Kör eden ışık

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, aslında ne kalburdan, ne buğdaydan ne de samandan eser olmayan bir eski vakitte, çok zamanlar gelip geçmişti ki, onlar nakit değildiler. Onlar bir- iki diye de sayılmazdılar. Yüzyıllar, milenyumlar cüce kalırdı yanlarında. Bildiğimiz dilden konuşursak, birisi dört milyon yıldı mesela. Bir başkası iki yüz milyondu örneğin. Aklımızın alamayacağı kadar çok “zaman”, tek başına hükümdar olmuştu bu gezegende. Belki henüz saat ve takvim olmadığındandır, vaktini har vurup harman mı savurmuştu haylaz! Almıştı sıcacık dünyayı eline, topaç gibi döndürmüş de döndürmüştü; ateş, toz ve gaz içinde! Ta ki soğutuncaya kadar. Dünyamız donmuş, erimiş, taşmış, patlamış, sarsılmıştı defalarca. Karalar ayrılmış, denizler dolmuş, adalar olmuş, geçitler bağlanmış, kopmuş, kimisi batmış, yenisi çıkmıştı. Yüz, iki yüz, bin, yüz bin, milyon, milyar, bir değil, iki değil, üç bile ne ki! Dört buçuk milyar yıldan beri dans eder bu yıldız, ahenkle dönerek semazenler gibi zamanın elinde, güneşin çevresinde. Hayal edebilir misiniz bu süreyi?

İlk hücrenin ortaya çıkması milyar yılını almış gezegenimizin. Onlar getirmiş ilk oksijeni, karalara ve denizlere yine milyonlarca yıl içinde. O vakit yokmuş nazlı dallar, yeşil ağaçlar, serin gölgeler, meyveler, masallar, aşıklar, çiçekçiler, kasaplar, balık çiftlikleri, meat-rix ler, hiper marketler, cafeler… Bakterilermiş bunlar. Antibiyotik öncesi, anti bakteriyel akımlar öncesi o kocaman çağlarda yaşamı yaratan. Onların sayesinde yolu açılmış çok hücreli canlıların. Önce süngerler ve denizanaları gelmişler ve harika işler yapmışlar. Çabucak gelişmişler, yani kaba bir hesapla üç milyon yıl içinde. İlahi buyruk, ol demiş de olmuşlar üç milyon yılda!

Mucize gibi çıkmış ortaya salyangozlar, midyeler, kafadan ayaklılar, deniz kestaneleri ve mercanlar. Ardından yosun hayvancıkları, deniz laleleri, deniz yıldızları ve deniz akrepleri. Ve yavaş yavaş karaya doğru ilerlemeye başlamışlar… En büyük çıkış destanı yazılmış, exodus!

Karalardaki ilk canlılar, bitkiler ve sahici böcekler sonradan görünmüşler sahnede. İnsanlar hala yokmuş ortalarda. Yani kimsecikler yokmuş onlardan korkacak, tiksinecek, ezecek, zehirleyecek topunu birden. Bir kahin bile yokmuş gelecekten haber veren. Kaderinden habersiz, böcekler yaşamı müjdelemişler karalarda. Şimdi onların çok daha ilkel formlarını arıyoruz uzayın derinliklerinde. Başka gezegenlerde kaçacak bir delik olup olmadığını anlamak için…

Kımıl kımıl canlılar yürümüş, sürünmüş taşlara, otlara, kayalara, dağlara, denizlere, göllere. Ama efendilik taslamamış, sahiplenmemiş onları. Çünkü gözü yokmuş yükseklerde. Kendi içinden, kendinden üstün yaşam formları üretmiş biteviye. Tevazu içinde, yaşamın hakkını vererek, üremiş, değişmiş, sürünmüş, yürümüş, aşmış kendini. Ama kim bilebilir sorgulamadığını? Gerçi gerek de yokmuş aslında, o yaratılışın bilgisini zaten taşırmış içinde. Sormadan bilir, sadece olurmuş kendisini ve yaparmış gereğini, “geleceği”. Günümüz tahtından bakınca öyle görünüyor. Halbuki gelecek belki de yokmuş, yaşam varmış sadece. Gelecek sonradan çıkmış ortaya insansal bir kavram olarak, “varsayılan”…

İlk hücre, ilk oksijen, ilk böcek, ilk yosun, taze atmosfer, ilk ağaç, ilk orman, ilk tohumlu bitkiler… Çok zaman gerekmiş memelileri görünceye dek evren. Onlar da sürüngen memelilermiş zaten.

Kaç kere kıyamet kopmuş yeryüzünde. Ama kimsenin kabahati yokmuş bu işte. Ne bir günahın cezası ne bir soyun kırımı, ne bomba deneyleri ne de işgal değilmiş maksadı. Aslında felaket bile değilmiş, o normal bir devinimle yoluna devam edermiş sadece. Çamlar ve memelilerin bir soyu dirençli çıkmışlar bu doğal elemelerde. Ve bir 10 milyon yıl daha gerekmiş her şeyin yeniden başlaması için…

Sert bir iklimde dinozorlar çağı açılmış. Canavar sandığımız bu kocaman canlıların bazıları vejeteryenmiş. Bitki yiyenler 4 ayak üstünde, et yiyenler iki ayak üstünde yürürlermiş…

Bilir misiniz, çiçekler çok sonra açılmış yeryüzünde. Çiçekler sayesinde yayılmış çınar, kavak, söğüt, kestane ve meşe ağaçları yemyeşil ve böylece derin derin soluk almaya başlamış dünya. Bir gün gelip de çiçeklerin “süs” ten başka bir şey olmayacağı hiç gelmemiş aklına…

***

Yeni zamanlar, meteor yağmurları, yeni iklimler gelip geçmiş insandan önceki o sonsuzluk içinde.

Günün birinde, ilk insansı canlılar, Anthropoidler katılmışlar yaşama.

Baykuşlar delicesine ötmüş, haber vermiş ama tedbir almamış diğerleri.

Ne de olsa iyi niyetliymiş geyikler, rakunlar, gelincikler, zürafalar, sırtlanlar…

Yasak meyvenin tadına bakmamışlar onlar.

Ve yine milyonlarca yıl içinde hominidlere dönüşmüş insansı yaratıklar.

Ve avlanmaya başlamışlar keratalar.

Derler ki; belki de bazı türlerin yok olmasına neden oldular bunlar.

Baykuş haklı çıkmış ama iş işten geçmiş çoktan…

Buzul çağları sona ermiş; iklim ılımanlaşmış ve denizler hemen hemen günümüz seviyesine ulaşmış. İnsan alet yapmaya ve ateşi kullanmaya başlamış. Kayıtlara göre; 3,5 milyon yıl öncesinde, Afrika’da insana benzeyen bir varlık yaşarmış. Sonra 1,5 milyon yıl önce Homo Erektus ayağa kalkmış ve dünyaya yayılmış. Ve bugünkü fiziksel yapısına benzeyen insan 35.000 yıl önce şekillenmiş. Ona Homo Sapiens demişler.

***
Hiçbir gebelik bu kadar uzun sürmemiştir. Dünya hemen hemen 3,5-4 milyar yıl dönmüş bu yaşamı yaratıncaya kadar. İhtimal ki daha bitmedi bu süreç. Sonra, çok sonra bulmuş oksijeni. Ve nihayet yeşermiş dünya, dağlar yükselmiş dimdik, kaleler gibi. Madenler, kömürler dolu yüreğinde. Evrile çevrile ne badireler atlatmış. Kıtalar yapmış, denizler, göller, ormanlar yapmış kendine. Dağlardan aşırmış tatlı suları, dökmüş güzel nehirlere… Bebesini sütle besleyen canlılar için hazır olduğunda, zaten çoktan almışmış yaşını başını. Ve insanlar galiba mamutlarla birlikte atılmışlar cennetten, çünkü aynı dönemde, 4. zamanda çıkmışlar bu sahneye. Onlar da tabii ki doğayla birlikte evrilip çevrilmişler. Taa ki, İ.Ö. 10.000 yıllarında son buz çağı bitinceye ve iklimler yumuşayıncaya dek. Ondan sonra göstermişler marifetlerini. Daha önce neredeymiş akılları bu kahramanların acaba?

İnsan soyunun 3,5 milyon yaşında olduğunu da varsaysak, 35.000 yaşında da olsa, kültür tarihi birkaç bin yıldan ibarettir sadece. Buğday ekip, karnı doyduktan sonra başlamış asıl serüven. Ama öyle çabuk tutmuşuz ki elimizi, doğayı ciddi olarak etkileyip değiştirmişiz… Kuşkusuz, yıkmak kolaydır yapmaktan!

Dağları, taşları, tüm canlıları velhasıl dünyada ne varsa köle farz etmişiz kendimize. Türler yok etmişiz, bitkiler alemini zehirlemişiz gaz odalarında, hayvanları hor görmüş, beyinsiz ama lezzetli et yığınları olarak tıkmışız hangarların içine. Kendimizi kandırmış, dünyayı yağmalamışız. 4,5 milyar yılda yapılanan hayatın tamamen anlamadığımız kurallarını yeniden yazmaya kalkışmışız 5-10 bin yıl içinde.

Şimdi can çekişiyor dünyamız. Durup gözden geçirmek zamanı gelmedi mi hali pür melalimizi? Durup düşünmek zamanı gelmedi mi nereden, nereye hangi ata binip geldiğimizi?

***

Bu mirasyedi yaşam, bu yıkıcı kibir birdenbire oluşmamış tabii. Tüm Pagan ve Şaman dünyada; evren, dünya, insan, hayvan ve bitkiler alemi bir bütünmüş pekala. Yani gerçeğin farkındaymışlar onlar. Göğe, toprağa, sulara, hayvanlara, fırtınalara, yağmurlara, şimşeklere, ateşe karşı saygılıymışlar. Tüm doğa olaylarına, doğal varlıklara büyük önem vermişler, onları tanrılaştıracak kadar…

Önce korku yapmış yasaları! İnsanlar, tanrıları hayvan biçimli varlıklar olarak düşünürlerken, bir gün gelmiş, insan seklinde tasarlamaya başlamışlar. Kolayca yakalanıp vurulunca, evcilleşip hizmetkar olunca, yerini aletlere, ilaçlara bırakınca, insan tek başına yücelmiş yaşamın hiyerarşisinde.

Vah vah, dalından kopmuş da kurumuş yüreği,
Ezilmiş bu taşınmaz yükün altında,
Ve giderek kaybetmiş gerçeğin eksenini.
Giderek unutmuş kim olduğunu, nereden gelip, nereye gittiğini.
Sarhoş olmuş zekâsıyla ve yalpalamaya başlamış erekle kudret arasında.
Velhasıl dostlar, türümüz kaybetmiş evinin yolunu.
Karşısına çıkan her şeyi yakıp yıkmış, uzaklaştıkça yuvasından.
Mat ettikçe düşmanlarını, yeniden çoğaltmış onları.
Çünkü, düşmansız yaşanmaz sanmış bu dünyada…
Halbuki böyle mi kurulmuştu bu dünyanın düzeni?
Her hücre diğerini, her yaprak ötekini, su damlası ulus, sınır ayırmadan tohumu kucaklamamış mıydı? Hala da böyle değil mi?

***

İdeolojiler mi şekillendirir hayatı, koşullar mı şekillendirir fikirleri? Sanırım önce koşullar gelir. Nitekim insanoğlu zoomorfik evreden çıkarak yarı hayvan-yarı insan tanrılar evresi (sfenks dönemi) ve daha sonra da tanrıların tümüyle insan olarak algılandıgı antropomorfik evreye girdiğinde, ki artık toprağı ekip biçiyor, madenleri eritiyor, hayvanları avlayıp evcilleştirebiliyordu.

Semavi dinler son noktayı koymuştu bu gidişata; kudret kılıcını insana teslim ederek…

Tevrat (1. Tekvin 28) “Ve onları (Adem ile Havva) kutsadı ve onlara dedi ki; üreyin ve çoğalın, dünyayı doldurun ve emrinize sokun, denizdeki balıklara ve gökyüzünün kuşlarına, sığırlara ve dünyadaki kıpırdayan tüm hayvanlara hükmedin“

Öte yandan;

Kuran (Bakara 30), “Rab meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” dediği vakit onlar: “A! Oradaki nizami bozacak ve yeryüzünü kana bulayacak bir mahluk mu yaratacaksın?.” diye sormuşlardı…

Ve böylece, insanoğlu, topu topu 10.000 yıllık kültür tarihi içinde yaklaşık 4000 yıl önce, tescilli halifesi olmuştu tüm yaratılmışların.

Ancak dikkatinizi çekerim, Nuh Peygamber gemisine insanları almamıştı sadece. Tüm yaratılmışlardan bir çift alması emredilmişti ona…

***

Yani biz yetki belgesini semavi dinlerden almış olsak da, fazla ileri gittiğimizi kabul etmeliyiz…

Nereden uydurduk hayvanların şuursuz olduğunu, bitkilerin duygusuz olduğunu. Sayısız masallar yazdık, uyuttuk çocuklarımızı öyle bir hayvanlar alemi tasarımıyla. Neler yaptık, neler…

Ne ilginçtir ki; en zıt idealler, en uzlaşmaz ideolojiler bile tartışmadılar bu konuda. Kendini ateist sayan da, beş vakit namaz kılan da, günah çıkaran da, Musa oğulları da sürüklendi bu hiyerarşinin kaosunda, insanın halifeliğinde, doğanın esaretinde. Irkçısı da, Marksist’i de herkes suç ortağı oldular bu gidişata.

Dilerim, bütün bunlar türümüzün bir çocukluk hastalığıdır.

Umarım yaratıcı insan olgunlaşır, ruhu tekamül eder ve kudreti değil de, ahlakı tartışır bir gün, yeniden, umarım…

“Kızılderili anlayışında ahlak, yalnızca insanın başka insanlara, topluma ve tanrıya karşı olan davranışları ile ilgili değildir. Ahlak, kesinlikle insanın hayvanlara, bitkilere ve doğanın diğer görüntülerine karşı olan davranışlarını da içerir.” Ayakta Duran Ayı

08.10.2008