"yalnızlığı" sorgulamak..

Hayattaki tüm acıklı tablolar içinde en ziyade masum ve meşru kılınmış olanı, en sıcak şefkatle kuşatılanı odur. Adı, “Yalnızlıktır”. Dil, din, ırk farklarının ötesinde, öteki ile berikinin mutabakatı içinde ve de evrensel bir değer mertebesinde korkarız ondan. Malum, yalnızlık Allah’a mahsustur!
Bazı konular vardır ki, bir çeşit dokunulmazlık atfedilir onlara; açsan çalarsın, fiziksel baskı altındaysan boyun eğersin, hayati tehlike altında isen öldürebilirsin, manevi baskı altındaysan keçileri kaçırırsın gibi. Ama bunlar yine de su götürür. Bir bakarsınız ki; açlıktan çalan minik parmaklar kesilmiş, evsiz çocuklar hapsedilmiş, işkencede konuşan linç edilmiştir! Bir değer yargısı olarak tekerleme haline gelmiş olmasına rağmen, bu kusurlar belki affedilir, belki affedilmez. Adalet mülkün temelidir ya, vicdanın yolculuğu da mülkün kapısına kadar gelip dayanır ve orada secdeye yatar…

Gel gelelim başka bir konu daha var ki, tüm acıklı tablolar içinde en ziyade masum ve meşru kılınmış olanı, en sıcak şefkatle kuşatılanı odur. Adı, “Yalnızlıktır”. Dil, din, ırk farklarının ötesinde, öteki ile berikinin mutabakatı içinde ve de evrensel bir değer mertebesinde korkarız ondan. Malum, yalnızlık Allah’a mahsustur!

Ne zaman başlamıştır bilmiyorum ama yalnızlığı önlemek tamamen kurumsallaşmış görünüyor. Dul kadınların akıbeti kutsal kitaplarda kurallara bağlanmış, geleneklerde 7 kişiyi evlendiren çöpçatan kullara cennetin kapıları açılmıştır. Düğünler, sünnetler, vaftizler, bayramlar, seyranlar, ziyaretler, iade-i ziyaretler, sabah kahveleri, five o’clock tea saatleri, barlar, bilumum her vesile ile kutlamalar, her çağda yeni formatlarla gelişen toplaşma sanatı bu merasimlerin ta kendisi olabilir. Batıda bu iş öylesine ileri gitti ki, aklınıza gelebilecek her türlü insanlık hali için kulüpler kuruldu. Yeter ki yalnız kalmasın insancıklar. Canları sıkılmasın, dertleriyle baş başa kalmasınlar aman!

Yalnızlık deyince bütün akan sular durur da büyük bir iştahla paylaşırız bu muhabbeti. Nitekim, sosyal yaşamın tüm döngüsü insanı meşgul etmek ve kendimizi unutmak üzerine kurgulanmıştır. Yalnız kalmamak, bırakmamak, bırakılmamak üzerine.Yalnızlık nasıl da büyük bir felaket(miş) meğer…

Ne kadar çok sitem
ne kadar karanlık bir korku
ah o gözyaşları,
feryat figan bin şarkı
hepsinin derdi aynı
ya sevda, ya yalnızlık
aslında hep y-a-l-n-ı-z-l-ı-k

Sevdaya bir diyeceğim yoktur. Ağzımı açsam çarpılırım zaten. Ama özellikle sanatsal yalnızlığın en görkemli dekoru da odur, başka mesele. Lafı getirmeye çalıştığım konu o sosyal tek başınalık kesitleridir.

Sahi, biz neden bu kadar korkarız yalnız olmaktan? Tek başına kalmaktan, ıssızlıktan, sessizlikten, boşluktan, arkadaşsız, ilgisiz kalmaktan? Neden yalnız gidemeyiz bir restorana, neden kendi başımıza gezemeyiz, neden eğlenemeyiz yalnız? Kendini oyalamak çocukluk kesitinde önemli bir kıstastır da, yetişkinlikte adı anılmaz bir daha. Bu işin altında bir bit yeniği yok mudur sizce? Yalnızlık Allah’a mahsus filan…

Nasıl bir yüceltmedir bu istemsiz uzlaşmaları, kalabalıkları, bunca gürültü ve patırtıyı. Bunalıma gireriz konuşamayınca. Tanıklar isteriz yaşadığımıza, giydiğimize, yediğimize, ağrılarımıza, tansiyonumuza, güzelliğimize ve onaylayacak birilerini ararız her ayrıntıda. Televizyon bozulsa kriz geçiririz. Dinlenmeye gideriz bir yere, beynimiz ütülenir “bas”ların baskısından…

Bunlar size garip gelmiyor mu? Bu yalnızlık mazereti gerçek midir acep, yoksa oluşturulmuş bir tuzak mıdır insanoğluna, dokunulmaz. Çünkü kişi genellikle yalnız kalmak istemediği gibi, garip bir şekilde sosyal bir baskı da oluşur yalnızlığı tercih edenin çevresinde; Derler ki, yabani!

Büyük bir lükstür kapalı devre yaşamak. Büyük bir imtiyaz, farklı bir altyapı ister, herkese nasip olmayan. Mutluluğun şablonunu değiştiren, sürüden koparan bir özgürlüktür; Kurt kapmadan!

Kocam öldüğünden beri diye başlar cümleler, yapayalnızım bu dört duvar arasında ve devam edilir ah ile vah ile! Karşısında oturan ya ağlar, ya önüne bakar, bir söz bulamaz teselli edecek, belki de kendi derdine yanar. Yapma kadın dersiniz, kedi ile fare gibiydiniz rahmetliyle, cimriydi ya da çapkındı, ya da huysuzdu, ya da kıskançtı. İtiraf et kadın nasıl bir yük kalktı üzerinden! Ama yalnızlık der, her şeye rağmen ve akan sular durur hemen…

Bana öyle geliyor ki, bu ön kabul, birçoğu gibi bize öğretilen bir şeydir. Öğretilen ve dayatılan! Ve içimizden geldiğini sanacak kadar bizi dönüştüren.

Oysa nerede,
hangimiz biliriz sessizliği
haydi kapat kulaklarını
yum gözlerini
sus bir dem
biraz sus n’olur…

Hem olmaz, hem de oldurmazlar! Nedenine gelince, birileri bunu tahlil edebilir. Psikologlar, sosyologlar ve antropologlar araştırabilir. Ana rahminden ölüm korkusuna, ilk köylerin kurulmasından artı ürüne dek bir yerlerde birçok tuzak ortaya çıkabilir. Hatta sanayi toplumunun istiflenmiş kentlerine karşın bir düşünsel yastık veya züğürt tesellisi bile olabilir. Ama vakıa yerinde saymaktadır. Oyunu bozmaya gelmez. Yalnızlara acımayan kalpsiz olduğu gibi, yalnız kalmak isteyen de pek normal sayılmaz sanki…

Dağlara, taşlara nakşolmuş bir kanundur
seni seninle bırakırlar mı hiç
sürüden kaçanı kurt kapar misali
ne elinden tutarlar,
ne de sana, kendine doğru bir yol bırakırlar…

Çağımızın sorunu diyorlar yalnızlığa. Kalabalık kentler, sıkış tepiş evler, üst üste yaşadığımız apartmanlar, gürültülü sokaklar, tıklım tıklım metrolar, otobüsler, alış- veriş merkezleri, yazlık sitelerde balık istifi tatiller de çağdaş yaşam biçimi aynı zamanda. İş yerleri, fabrikalar, bankalar bir kitle hareketi adeta.

Ve yalnızlık ile kalabalık büyüyor eş zamanda. Bir ipucu bulamaz mıyız bu durumda?

Bu dillerden düşmeyen var ya,
hep o yarım yamalak yalnızlık
böyle bıçak sırtında
koca bir alemi taşır da taşırır bir de
döndürür de belki…

Galiba bu yalnızlık da bir doğma. Ve asıl sorunumuz bambaşka…

Peki, ya sen sana gider misin kalkıp ta…
peki denesen ne olur?
tanır mısın onu acaba
atlatabilir misin deccal masallarını
koyabilir misin adını
bulur musun yolunu
tanır mısın o seni
hani senden içeri…

26 Şubat 2010