Tanrının Tarihi / Karen Armstrong

“Bu kitap Tanrı’nın dile gelmez, zaman ve mekanın ötesindeki kendi gerçekliğinin tarihi olmayacak. İbrahim’den günümüze kadar insanların onu nasıl algıladığının tarihi olacak. İnsanların Tanrı düşüncesinin bir tarihi var çünkü, O daima her zaman diliminde farklı gruplar için biraz farklı anlamlar taşımıştır. Tanrı kavramı bu kadar esnek olmasaydı, insanlığın en önemli kavramlarından biri haline gelemezdi.”

“Tanrı Kavramlarından biri anlamını veya geçerliliğini yitirdiğinde, sessizce gözardı edilir ve yeni bir teoloji onun yerini alır. Köktenci biri bunu inkar edebilir, ama üç büyük dine bakarsak, hiç de nesnel bir tanrı görüşü olmadığını görürüz: Her kuşak kendisi için geçerli olan Tanrı imgesini yaratmak zorunda kalmıştır. Ateizm için de aynısı geçerlidir. “Tanrı”ya inanmıyorum” cümlesi de tarihin her döneminde farklı anlama gelmiştir.”

“Tanrı düşüncesinin oldukça bağımsız gelişim gösteren dinlerdeki yakınlığı ise dikkat çekicidir.Gerçekte şimdi geçerli olan laiklik tamamiyle yeni bir deneyim, insanlık tarihinde öncesi yok. Ama nasıl işlediğini daha görmemiz gerekiyor. Bizim batılı liberal hümanizmamızın da bize doğal olarak kendiliğinden gelen bir şey değil. Şiir ve resimden zevk almak gibi, bunların da geliştirilmesi gerekiyor. Hümanizm de kendi başına Tanrısız bir din ve elbette bütün dinler de teistik (Allahlı) değil.”


Eski bir rahibe olan Karen Armstrong bu çalışmasında tektanrı inancının 4000 yıllık tarihini klasik felsefeden ortaçağ mistisizmine, ‘Aydınlanma’dan modern çağ kuşkuculuğuna kadar pek çok izlekte alıp yorumluyor.

Armstrong’un rahibelik günlerinde aklını ve ruhunu biçimlendiren dogmaları sonraki yıllarda seçtiği seküler yaşamın parametreleri doğrultusunda sorgulayan yaklaşımı, ‘içeri’yi deneyimlemiş bir ‘dış göz’den çıkması itibariyle önem ve özgünlük kazanmakta.

Üç semavi dinin (Musevilik, Hıristiyanlık, İslam) siyasal, toplumun ve psikolojik gereksinimler çerçevesinde biçimlendiği tektanrı anlayışının ve bu dinler arasındaki benzerlik ve bağlantıların izini süren kitap, insan aklını her daim meşgul eden tanrı düşüncesine tarihsel bir bakış önermekte. Armstrong, insanlar için dayanılmaz olan boşluk ve yalnızlığın, kendileri tarafından yeni bir anlam yaratılarak doldurulduğuna dikkat çekiyor.

İnsanın binlerce yıllık varoluş serüvenine aşkın bir yaratıcı varlık tasarımı üzerinden ışık tutan Tanrı’nın Tarihi, yaşamlarımızdaki en köklü gerçekleriyle yüzleşmeye davet ediyor bizi.

ALINTILAR:

Tanrı fikri, insanoğlunun yarattığı gelmiş geçmiş en büyük düşünsel tasarımlardan birisidir.

Dinler tarihi çalışmalarım bana insanların tinsel hayvanlar olduğunu öğretti. Gerçekten de homo sapiens’in homo religious olduğunu ileri sürmenin geçerliliği var. İnsanlar, insan olarak tanındıkları andan itibaren tanrılara tapmaya başlıyorlar, sanat eseri yaratmaya başladıkları anda dinleri de yaratıyorlar.

Bu yalnız korkunç güçleri yatıştırmak isteğinden kaynaklanmıyor. Bu ilk inançlar, güzel ama güzel olduğu kadar da aynı zamanda korkutucu olan bu dünyadaki insan deneyiminin ayrılmaz bileşeni olan merak ve gizemi ifade ediyorlar. Sanat gibi din de, bedenin miras aldığı acıya karşın, yaşamda değer ve anlam bulma çabasının bir sonucu.

Tarih boyunca insanlar ruhun bu geçici dünyayı aşan bir boyutu olduğunu hissettiler. Gerçekten de insan zihninin bu biçimde kendini aşan kavramlar düşünebilmesi onun dikkate değer bir özelliğidir. Nasıl yorumlarsak yorumlayalım, bu aşkınlık deneyimi yaşamın gerçeği olmuştur. Bu olguyu Tanrısal olarak görmemek de mümkün.

İlk Tanrı’lar
TEKTANRI-GÖKTANRI

1912 yılında yayınlanan, Peder Wilhelm Schmidt’in “The Origin of the Idea of God” adlı yapıtında insanların bir dizi tanrıya tapmadan önce ilkel bir tektanrıcılığın olduğunu ileri sürer.;
İnsanoğlu, başlangıçta herşeyin bir ilk nedeni, gökyüzü ve yeryüzünün hakimi olan bir Tanrı yarattı. Bu Tanrı biçimsel olarak betimlenmedi, hizmetinde ne bir tapınak, ne de din adamları vardı. Ve o, yetersiz insan kültü ile ilişkilendirilemeyecek kadar yüceydi. Zamanla insanların bilincinden silindi, O derece uzaklaştı ki, insanlar artık ona ihtiyaç olmadığını düşündüler. Sonunda kaybolup gittiği söylendi…

Bu Tanrı insanın yaşamını uzaktan yöneten ve daha sonra Gök Tanrı olarak adlandırılan bir inanç şekliydi ve bugün hala birçok Afrika kabilesinin dinsel yaşamının bir özelliği olmaya devam etmektedir. Kabile halkı onun tasvir edilemez olduğunu, ve insanoğlunun dünyasınca kirletilemeyeceğini söyler. Kimileri onun tamamen çekip gittiğine inanır.

Bu doğruysa, tektanrıcılık insanoğlunca yaşamın sırrı ve tradejisini açıklamak için geliştirilmiş en eski düşümsel tasarımlardan birisiydi. Şu veya bu şekilde böyle bir görüş olup olmadığını artık kanıtlamak olanaksız.

Tanrı fikri, insanoğlunun yarattığı gelmiş geçmiş en büyük düşünsel tasarımlardan birisidir.
Dinin bugün pek ilgi çekmeyen birşey gibi görünmesinin nedenlerinden biri, bir çoğumuzun artık etrafımızın bilinmeyenle çevrili olduğunu unutmuş olmasıdır. Bilimsel kültürümüz bizleri, dikkatlerimizi önümüzde duran fiziksel ve maddi dünyaya odaklaştıracak şekilde eğitmektedir.

GİZEM

Eski toplumlarda her düzeydeki insanın yaşamlarını kaplayan temel unsurlardan biri tinsel-kutsal bir gizemli güç’tür ve her bölgede, farklı adlar altında aynı kavramla karşılaşılır.
Güney denizi adalarında bu gizemli gücün adı: MANAdır. Mana’yı diğerleri bir varoluş veya ruh olarak duyumsarlar. Bazen de radyoaktivite veya elektrik türünden cisimsiz bir güç olarak hissedilir. Mana’nın kabile şefinin vücudunda, bitkilerde, kayalıklarda ya da hayvanlarda yaşadığına inanılır.

Latinler: NUMİNA’nın yani ruhların kutsal korularda barındığını düşünmüşlerdir.Araplar, İslamiyetten çok önce, bütün yeryüzünün CİNLER ile dolu olduğunu düşünmüşlerdir.
Bu arayışlarda insanlar görünmeyene ve kendilerini çevreleyen dünyaya olan ilgi ve yakınlık duygularını dışa vurmaktaydılar. Bu “Gizemli” duygunun dinin temeli olduğu söylenir. Bu duygu, dünyanın kökenini açıklama ya da ahlaka bir temel bulma arzusundan daha önce gelmiştir.

Simgesel hikayeler, mağara resimleri ve yontular, meraklarını dışavurma ve bu kapsamlı sırrı kendi yaşamlarıyla ilişkilendirme çabasının birer sonucuydular. Gerçekten de şairler, sanatçılar ve müzisyenler bugün de çoğu zaman benzer bir arzunun dürtüsüyle üretirler.

PALEOLİTİK DÖNEM VE ANA TANRIÇA:
Tarımsal üretimin geliştiği Paleolitik dönemde, ANA TANRIÇA kültü ortaya çıktı. Bereketin kutsallığı düşüncesiyle. Arkeologlar tüm Avrupa, Ortadoğu ve Hint yarımadasında onun çıplak ve gebe bir kadın şeklinde tasvir edildiğini ve silik bir şahsiyet olarak kalan Gök Tanrı’dan çok daha güçlü olduğunu gördüler. Eski Sümer’de: İNANA, Babil’de İŞTAR, Filistin’de ANAT, Mısır’da İSİS, Yunanistan’da AFRODİT ve bütün kültürlerde ANA TANRIÇA ortaya çıktı.

YARATILIŞ
ilk mitoslar:
Dünyanın ilk büyük kültürlerinden birini oluşturan SÜMER’ler, İ.Ö. 4000 yıllarında kurulmaya başlandı. Babil’de etkileyici şehirler, tapınak- kuleler, hukuk, edebiyat ve bir mitoloji geliştirdiler. Sonra AKAD’lar istila etti ve İ.Ö. 2000’de Akadlardan sonra bu medeniyeti AMURİ’ler ele geçirdi. ASUR’lular İ.Ö. 8 yy. Da Babil’I fethettiler. Bu Babil’I fethetme geleneği, ilerde vadedilmiş topraklar haline gelecek olan Filistin (Kenan İli) mitoloji ve dinini de etkiledi.

İ.Ö. 17.yy. dan sonra ;
Babil geleneğinde özellikle 17.yy. dan sonra, Nisan festivallerinde kutsal güç yani MANA ile temasa geçme anlamında törenler yapılır ve festivalin 4. Gününün akşamında din adamları korosu, epik bir şiir olan ENUMA ELİŞ’i okurlardı. Enuma ELİŞ’e kısaca bir göz atmak, yy.lar sonra bizim yaratıcı tanrımızı doğuran tinselliğe yönelik önemli veriler sağlamaktadır. Her ne kadar yaratılış, Kitabı Mukaddes ve Kuran’daki öykü nihayetinde çok farklı bir şekil almakta ise de, O ilginç mitoslar hiçbir zaman yok olmadı aksine tektanrıcı deneyimlerin içine yedirilmiş olarak Tanrı’nın tarihine çok daha sonraki tarihlerde yeniden girdiler.

Önce Tanrıların Yaratılışı;
ENUMA ELİŞ, Yahudi ve İslam mistisizminde gördüğümüz gibi, tanrıların kendilerinin yaratılışı ile başlar. Enuma Eliş, başlangıçta, tanrıların, kendisi de kutsal olan balçıktan çifter çifter oluştuklarını söyler. Babil efsanesinde sonradan Kitabı Mukaddes’ te olduğu gibi, eski dünyanın yabancısı olduğu “yoktan varoluş” düşüncesine rastlanmaz. Söz konusu kutsal balçık, gerek tanrılar gerek insanoğlundan da önce, ezelden beri mevcuttu. Babilliler bu kutsal maddenin muhtemelen, sellerin insanlarca binbir zahmetle meydana getirdikleri ürünleri her an silip süpürme tehlikesi gösterdiği Mezopotamya’nın bataklık topraklarına benzediğini düşündüler. Bu yüzden ENUMA ELİŞ’de ” kaos” kızıl bir kütle değil, hiçbir sınır, tanım ve kimlik özelliğine sahip olmayan gerçek bir karmaşa hali olarak tavsir edilir.

Birleştiğinde tatlı ile acı
Ne yeşeren ot ne suyu bulandıran sazlık,
Tanrılar isimsiz, kimliksiz, geleceksiz..
Ardından bu çorak topraktan üç tanrı peyda oldu.: APSU nehirlerin tatlı suyu, onun karısı TİAMAT tuzlu su, ve kaosun rahmi MUMMU. Bunlar gayya kuyusu, boşluk ya da derin uçurum olarak da anlaşılabilirler.

Dünyanın Yaratılışı;
Sonuçta yayılma, SUDUR olarak bilinen diğer tanrıların zuhur etmesi geldi. Tanrısal evrim devam ettikçe, herbiri bir öncekinden daha belirgin bir kimlikle çifter çifter yeni tanrılar ortaya çıktılar.Önce, balçık anlamına gelen, su ile toprağın birlikteliğini simgeleyen: LAHMU ve LAHAM/Ardından sırasıyla gökyüzü ve denizin ufuklarını simgeleyen ANŞER ve KİŞAR/ Bunları ANU(Gökler) ve EA (Yeryüzü) takip etti. EA’nın oğlu, güneş tanrısı MARDUK, tanrısal evrenin en kusursuz varlığı idi. Bu tanrıların çocukları savaşır, MARDUK kazanır ve yeni bir dünya yaratmaya karar verir. Tiamat’ın vücudu üzerinde gökyüzü ile insanların dünyasını birbirinden ayırır, yasalar koyar, ve kesin zafer için bu olay her yıl yeniden anılır.

ZİGGURAT;
Tanrı’nın yeryüzüzündeki ilk evi:
Sonsuz gökyüzünün sembolü olarak Marduk’un anısına ZİGGURAT tapınağı , Babilin ortasına yapılan ve göklerdeki modeline benzeyen yeryüzü tapınağı olur , göksel ayinler burada zikredilir. Ve burası Tanrı MARDUK’un yeryüzündeki evi olur… Marduk burada tahta oturur. Babil yeni dünyanın merkezi olmuştur…

İlk Kutsal kent;
Bu mitos, Babil’in kutsal kent, dünyanın merkezi, Tanrıların evi, olduğu inancını sergilemekteydi. Bu antik çağın bütün dinlerinde de, sonradan tek tanrılı dinlerde de önemli yer tutan bir inançtı. İnsanların kutsal güçlerle yakın ilişkide olduğu, bütün varoluşun ve etkinliğin kaynağı olan bir kutsal kent düşüncesi bizim tanrımızın şekillendiği her üç tektanrılı dinde de merkezi bir öneme sahip olacaktır.

İlk insanın yaratılışı;(Tanrı’nın kanı ve toprak)
En sonunda MARDUK insanı yarattı. Tiamat’ın APSU’yu bertaraf ettikten sonra yarattığı kendi sersem kocası KINGU’yu ele geçirip öldürdü ve onun kutsal kanı ile toprağı karıştırarak ilk insana şekil verdi….Tanrılar şaşkınlık ve hayranlık içinde seyrettiler…
Burada, yaratılışın esasıyla ilişkili olmayan ama tanrıların en aptal ve acizi olanından kaynaklanan bir mizah unsuru söz konusudur. Gene de öyküye göre, ilk insan tanrıdan yaratılmıştır, bu yüzden insan sınırlı da olsa, tanrısal bir öze sahiptir. Tanrı ile insan arasında bir uçurum mevcut değildir. Maddi evren, erkek, kadın ve bizzat Tanrılar aynı özü paylaşırlar ve aynı Tanrısal maddeden vücut bulurlar…
PAGAN görüş, bütün dünyada bütüncül bir nitelik taşıyordu;
Tanrısallık temelde insanlıktan farklı değildi. Ancak Tanrılar daha güçlü ve ölümsüz idiler. Bu yüzden, Tanrıların yukarıdan aşağıya indirdiği özel bir vahye ya da Tanrısal yasaya gerek yoktu.
Bu bütüncü görüş yalnız Ortadoğuya özgü olmayıp, dünyada yaygın bir anlayıştı. İ.Ö. 6.yy. da Pingaros’un Olimpiyatlarda sunduğu epik şiirde bu bütüncül görüşün Yunan versiyonunu görmekteyiz:

Soy tektir tek
İnsan ve Tanrılar soyu tek anneden soluk aldık
…..Vücudumuzun ve zihnimizin muhteşemliğiyle ölümsüzler arasına katılabiliriz.

Babil Mitosu ve Filistin (İ.Ö. 14.yy);
Babildeki Marduk ve Tiamat efsanesinin , fırtına ve bereket Tanrısı Baal-Habat hakkında benzer bir öyküye sahip olan Filistin Halkı üzerinde de etkili olduğu anlaşılır. İ.Ö. 14.yy.a ait tabletlerde Baal’in deniz ve nehirlerin Tanrısı Yam-Nahar’la olan savaşının hikayesi anlatılır. Baal ve Yam’ın her ikisi de Filistinlilerin yüce tanrısı “EL” ile aynı zamanda yaşamışlardı. Bu Mitos’da “Baal” bütün kültürlerde, belirsiz ve şekilsizi ve farklılaşmamış olanı ifade eden (günümüzde bu sembol şekil değiştirmeden devam eder) “ejderha” Lotan’ı öldürür ve başlangıçtaki şekilsizliğe geri dönüşün önüne geçer, ödüllendirilir. Birçok olaydan sonra Baal ölür, sonra onu sevgilisi Anat kurtarır ve birleşirler…

Bu mitostan;
• Yaratıcılık dinin çok eski aşamasından itibaren Tanrısal bir eylem olarak görülür. Bugün bile gerçeğe yeni bir biçim veren ve dünyaya yeni bir anlam kazandıran yaratıcı “İlham” dan söz ederken dinsel tabirler kullanıyoruz.
• Sonunda cinsiyetlerin birliği ile simgelenen bütünsellik ve ahenk ilahlaştırılır. Eski Filistin’de ritüel bir cinsellik vasıtasıyla kutlanır. Erkekler ve Kadınlar Tanrıları taklit ederek kısırlığa karşı mücadele verirler
• Bir Tanrının ölümü, Tanrıçanın arayışı ve sonunda Tanrısal dünyaya yeniden dönüş bir çok kültürde sıkça gözlenen temalardır. Bu tema, Yahudi-Hiristiyan ve Müslümanlarca kabul edilen çok farklı bir tek Tanrı Dininde, İbrahim Peygamberin hikayesinde de görülecektir.

PAGAN TANRI’LARDAN TEK TANRI’YA GEÇİŞ ;
Yahudi kutsal metinlerini bir kabilenin olan ve kişileşmiş Yehova’nın terk edilip, inceltilerek YHVH’ye dönüşmesinin öyküsü olarak okumak mümkündür.

İbrahim;(Kitabı Mukaddeste İ.Ö.19 yy )
İbrahim hakkında hiçbir çağdaş belge yoktur.Bilim adamları İbrahim’in İ.Ö. 3 binin sonlarında, Mezopotamya’dan Akdenize yönelen gezgin kabile şeflerinden birisi olabileceği üzerinde durmaktadır. Mezopotamya ve Mısır kaynaklarında bir kısmı Abiru , Apiru ya da Habiru olarak adlandırılan bu göçmen kabileler, İbranicenin de bir parçası olduğu Batı Semitik dillerini konuşuyorlardı. Bunlar Bedeviler gibi düzenli çöl göçebeleri olmaktan ziyade, tutucu yöneticilerle sürekli çatışma halinde, tasnifi zor bir grup oluşturmaktaydılar. Kültürel konumları çöl halklarına göre daha yüksekti. Bazıları paralı asker, bazıları memur, diğerleri ticaretle uğraşmakta, kimisi hizmetçilik ve tamircilik yapmakta idiler. Aralarından zenginleşenler ise, toprak edinme ve yerleşme olanağına kavuşmakta idiler.

Tekvin’de İbrahim’in Sodom Kralı’nın hizmetinde paralı asker olarak çalıştığı ve Filistin çevresindeki yönetimlerle sık sık çatışmaya girdiği anlatılır. Sonunda da İbrahim karısı Sarah öldüğünde, Filistin’de, bugünkü Batı Yakasında bulunan Hebron’da, bir parça toprak satın alır.
İbrahim ve onun soyu hakkında Tekvin’de anlatılanlar, ilk İbrani’lerin Filistin, yani bugünkü İsrail’de yerleşmeleri sürecinde üç ana döneme işaret etmektedirler: • İlki İbrahim ve Hebron ile ilgili olup, İ.Ö. 1850’lerde gerçekleşmiştir• İkinci göç dalgası, sonradan İsrail (Tanrı ona güç versin) olarak adlandırılan, İbrahim’in torunu Yakub ile ilişkilidir. Yakub, Şekem yani bu gün bir Arap kenti olan Nablus’a yerleşti.Kitabı Mukaddes’te, sonradan İsrail’in oniki kabilesinin atalarını oluşturacak olan Yakub’un oğullarının Filistindeki şiddetli bir kıtlık sırasında Mısır’a göç ettikleri söylenir. • İbrani yerleşmesinin üçüncü dalgası ise, İ.Ö. 1200 sıralarında İbrahim’in torunları olduğunu söyleyen bir grup kabilenin Mısır’dan gelip Filistine yerleşmesiyle gerçekleşti. Bu grup, kendilerini Mısırlıların esir aldığını ama liderleri Musa’nın Tanrısı olan Yehova tarafından kurtarıldıklarını anlatmaktaydı. Oradaki eski İbranilerle ittifak oluşturdular ve İsrail halkı olarak tanındılar.

Kitabı Mukaddes, bizim eski İsrailoğulları olarak bildiğimiz insanların esas olarak Musa’nın Tanrısı olan Yehova’ya sadakatin birleştirdiği değişik etnik gruplardan insanlardan oluşan bir konfederasyon olduğunu düşündürür.

KİTAB-I MUKADDES “TANRI” SININ GELİŞİMİ ; (I.Ö: 8-5. yy)
Sözlü kaynaklara dayanan Tevrat, bir ihtimal, İ.Ö. 5. yy (Pentauch) veya İ.Ö. 8. yy. da kaleme alınmıştır . Daha eskilerin sözlü kaynaklarına dayanmasına rağmen, Kitabı Mukaddes’de anlatılanlar yüzyıllar sonra yazıya geçirilmiştir.

İ.S. 19.yy da Kitabı Mukaddes üzerinde çalışan bazı Alman bilim adamları Tekvin-Çıkış-Levililer- Sayılar ve Tesniye bölümlerinin dört farklı kaynağı olduğunu söylemişlerdir. Bu 4 kaynağın, İ.Ö. 5.yy.da Pentateuch olarak bilinen nihai metin içinde harmanlaşmış olduğu söylenmiştir.

Tekvin ve Çıkış’a kaynaklık ettiği söylenen en eski iki yazar söz konusu metinleri, bazıları daha erken bir tarih vermesine rağmen, büyük ihtimalle 8. yy.da kaleme almışlardı. Bu eski iki yazardan, metninde Tanrı’sını “Yehova” olarak zikredeni “J”, daha formel lakap olan “Elohim”I kullanmayı tercih edeni ise “E” olarak adlandırılır.

İsrailoğulların sekizinci yy.a gelinceye kadar Filistinde iki ayrı kırallığı vardı: J, Güneydeki Yehuda kırallığında(İbrahimin sonraki torunları ve Musa) yaşarken, E kuzeydeki İsrail kırallığından (Yakubun kurduğu ) bölgeden gelmekteydi.

Her iki yazarın da, birçok açıdan Ortadoğunun komşu kavimlerinin dinsel perpektiflerini paylaştığını göreceğiz. Bununla birlikte, İ.Ö. 8.yy.la gelinceye kadar (Eksen Çağı’na) İsrailoğullarının kendi özgün bakış açıları da gelişmeye başlamıştır.

Yaratılış; “Tanrı Yehova, toprağın çamurundan insanı şekillendirdi. Ardından ona yaşam nefesini üfledi, böylece insan canlı bir varlığa dönüştü”

Örneğin “J” , Enuma Eliş (ki İ.Ö. 17.yy’dan da önce yaratılmıştır) ile kıyaslandığında, insanı hayrete düşürecek kadar gelişi güzel bir dünya yaratılışı anlatır; “Tanrı Yehova, toprağın çamurundan insanı şekillendirdi. Ardından ona yaşam nefesini üfledi, böylece insan canlı bir varlığa dönüştü”

Bu izah, tamamen yeni bir başlangıçtı. Çağdaşı paganlar Mezopotamya ve Filistin’de, Enuma Eliş’de gördüğümüz gibi tarih öncesi döneme, Tanrıların ve dünyanın yaradılışına büyük yer verirken, J, çok bildik , insanlı tarihsel zamanla ilgilenmekteydi. J, Yehova’nın yeryüzünün ve gökyüzünün yaratıcısı olup olmadığı konusunda açık bir ifade dahi kullanmamaktadır.

Ancak Pagan tanrı ile aynı maddeden oluşan insanlarına kıyasla önemli bir ayrım getirmekte ve insan, adam, Tanrısı ile aynı kutsal maddeden oluşmayıp, yeryüzündeki toprağın çamurundan oluştuğu ve sonuçta yeryüzüne ait olduğu şeklinde bir tanım ortaya çıkmaktadır.

Esasında İ.Ö. 6 yy. Gelinceye kadar, İsrail’de yaratılışa yönelik gerçek bir ilgi görülmemiştir. Ancak bu tarihte, “P” olarak adlandırılan yazar, bugün Tekvin’in ilk bölümünü oluşturan muhteşem öyküyü kaleme almıştır. P. nin metinleri, sürgünden sonra (İ.Ö. 538 ‘den sonraki dönem)kaleme alınmış metinlerdir ve Tesniyeye de sonradan eklenmişlerdir. Bu metinlerde olaylar E ve J den farklı bir şekilde anlatılmış , yüceltilmiş daha sofistike, daha Hezekiel’ci bir tanrı anlayışı yer almaktadır.

Tanrı, dünya işlerine giriyor;
J.nin öyküsünde, Bir başka konu da sonradan çoğul Abraham adını alacak olan , Abram’ın hikayesidir. Öykünün bütünü, Yehova’nın İbrahim’e bir misyon ve kader çizmesi, görev vermesi ile ilgilidir. İbrahim’e gelen ilk vahiy, bir emirdir; İbrahim halkını terkedecek ve Filistin’e göçecekti.

İBRAHİM VE MUSA’NIN TANRI’LARI AYNI MIYDI?(YEHOVA-ELOHİM-EL)

YEHOVA kimdi?
İbrahim ve Musa aynı Tanrı’dan mı bahsediyorlardı? Kitabı Mukaddes bu konuda belirsizdir; ? “J” Adem’ın torunundan beri insanların Yehova’ya taptıklarını söylerken,? “P” yanan bir çalılık şeklinde Musa’ya göründüğü ana kadar, İsrailoğullarının Yehova adını hiç duymadıklarını öne sürer.
*”P” nin yazılarında, İbrahim’in kendisini “El Şadday” olarak çağırdığını ve kutsal “Yehova” ismini bilmediğini söylenir.
* “J”, Tanrısını baştan sona kadar “Yehova” olarak adlandırır.

O dönemler için yapılabilecek bir yorum; İsrail dininin pratik bir din olduğu ve bugün bizleri incelemeye sevkeden spekülatif ayrıntılarla pek fazla ilgilenmediğiydi.
Bütün bunlarla beraber ne Musanın ne de İbrahim’in Tanrılarına bugün bizim inandığımız gibi inandıklarını sanmamalıyız. Bizler Kitabı Mukaddesin öyküsüne ve İsrail’in daha sonraki tarihine o kadar aşinayız ki, daha sonraki Yahudi dini hakkındaki bilgilerimizi bu ilk dönemin tarihsel kişilerine teşmil etme eğilimi gösteriyoruz. İsrail’in üç büyük atasının İbrahim, oğlu İshak ve torunu Yakub’un yalnızca tek bir aynı Tanrı’ya inandığını düşünüyoruz.

Filistin Pagan Tanrısı “EL” – İbrahim, İshak ve Yakub;Eski Filistin inançlarının etkisi devam ederken farklılaşma da başlıyor..

Esasında bu ilk dönem İbranilerini, Filistin’deki komşularının birçok dinsel inanışını paylaşanpaganlar olarak adlandırmak belki de daha doğru olur. İhtimaldir ki, İbrahim’in “El ”i, İshak’ın “korku” su ya da “akraba” sı ile, Yakub’un “muktedir ” i üç ayrı Tanrı idiler.

Daha da ileri gidebiliriz; İbrahim’in Tanrı’sının Filistin’in yüce tanrısı “EL” olma ihtimali oldukça yüksektir. Tanrı kendini İbrahim’e “EL ŞADDAY” (Dağların El’i) olarak tanıtmıştır. Ki bu El’in geleneksel lakaplarından birisidir. Bir başka yerde ise El Elyan (En yüce Tanrı) ya da Bethel’in El’i olarak çağrılır. Filistin Yüce Tanrısının adı İsra-El ya da İsma-El gibi İbrani isi mlerinde de karşımıza çıkmaktadır. Zaten İsrail halkının bu Yüce Tanrı’yı Ortadoğunun pagan halklarının aşina olmadığı bir biçimde algıladığını düşünmek, sosyolojik olarak zordur.

İsrailoğullarının, yüzyıllar sonra, Yehova’nın mana ya da kutsallığını “Korkunç” bir şey olarak algıladıklarını göreceğiz. Örneğin o, Sina Dağında Musa’ya korkunç bir volkanik patlamanın ortasında görülmüş ve İsrailoğulları ondan uzak durmak zorunda kalmışlardır.

Bir karşılaştırma yapmak gerekirse, İbrahim’in EL’I oldukça yumuşak, ılımlı bir Tanrı’dır. O İbrahim’e insan suretinde bir arkadaş olarak görünmüştür. Tecelli olarak adlandırılan, Tanrı’nın fiziki olarak görünmesi antik çağın pagan dünyasında oldukça yaygındı. İlyada Destanı bu tür tecellilerle doludur.

Yunanlılar geriye, kendi kahramanlarının altın çağına baktıklarında, sonuç olarak insan ile aynı özden gelen Tanrı’larla yakın ilişki içinde olageldiklerini hissederler ve bu da bütüncü pagan anlayışı dile getirir. Resullerin İşlerindeki ilginç bir öyküye göre, İ.S. 1. yy.da yaşamış olan Pavlus ve Barnabas’ı, Anadolu da Listra halkı Zeus ve Hermes zannetmişti…

İsrailoğulları da kendi altın çağlarına baktıklarında, İbrahim, İshak ve Yakub’u görmüşlerdir. Herhangi bir şeyh veya kabile reisi gibi, EL onlara tavsiyelerde bulunur, kaygılarıyla ilgilenir, kiminle evleneceklerini söyler, rüyalarında onlarla konuşurdu. Arada bir insan suretinde görüldüğü de anlaşılıyor. Ki bu anlayış, yani Tanrı’nın cisimleştirilmesi, İsrailoğullarının zaman içinde dini anlayıştan çıkardıkları bir şey olmuştur.

Tekvin’in 18. Bölümünde, J. Tanrı’nın İbrahim’e Hebron civarında Mamre’deki meşe ağacının yanında göründüğünü anlatır. İbrahim günün bu en sıcak anında başını kaldırıp baktığında, üç yabancının çadırına doğru yaklaşmakta olduğunu farkeder. Tipik bir Ortadoğu misafirperverliğiyle, kendisi bir taraftan yiyecek bir şeyler hazırlarken, onların dinlenmelerini söyler. Sohbetleri sırasında bu konuklardan birinin, J’nin hep “Yehova” olarak bahsettiği, kendi tanrısından başkası olmadığı ortaya çıkar. Diğer ikisinin de melek olduğu anlaşılır. Kimse de bundan şaşkınlığa düşmez.

J, Bunları yazarken, İ.Ö. 8.yy daydı ve o tarihte hiçbir İsrailli Tanrı’yı bu şekilde görmeyi kabul edemezdi.

“E” ise, İsrail atalarının Tanrı ile yakınlığına yönelik bu öyküleri gerçekçi bulmaz ve onları anlatırken olaya daha mesafeli yaklaşır ve efsaneleri daha az insanbiçimli bir hale getirmeyi tercih eder. Tanrı ile İbrahim’in bir melek aracılığı ile konuştuğunu ifade eder.
Öte yandan “J” bu mesafeli yaklaşımı paylaşmaz ve kendi öyküsünde bu ilkel tecellinin o eski lezzetini muhafaza eder.

Aynı şekilde Yakub’da bir dizi tecelli ile karşılaşır. Bir gece, yolculukta yeryüzü ile gökyüzü arasında uzanan bir merdiven görür. Melekler İnsan ve Tanrının dünyası arasında gidip gelmektedir. Bu bize adeta Marduk’un Zigurrat’ını hatırlatır. Yakub bu merdivenin tepesinde “EL” i görür. EL onu kutsar ve babasına verdiği sözleri tekrar eder. Yakubun torunları güçlü bir millet oluşturacak ve Filistin topraklarını ele geçireceklerdi. El, ayrıca Yakub’a Filistin’i terkedip yabancı topraklarda dolaştığında dahi, kendisine koruyacağına söz verir! . Pagan dinleri çoğunlukla yereldir ve belli bir bölgede geçerlidir. Bölgenin dışına çıkıldığında ise önlem olarak gidilen yerlerin yerel tanrılarına tapılırdı. Ancak EL, Yakub’a onu başka topraklarda da koruyacağını söylerken, bu farka rağmen, ilhamın da kaynağı doğal olarak pagan anlayıştır.

Beth-El: Dikili taşlar geleneği:
Yakub, bu gördüğü yerin çok ürkütücü olduğunu düşünür ve Beth-El (Tanrı Evinden) ve gökyüzünün kapısı olduğundan kuşkusu kalmaz… Bu efsanede, Beth El (Bab-ili) tanrı Evi Babil’dir . ve Yakub, yastık olarak kullandığı taşı kaldırır, dikine yerleştirir, bir saçı ile onu kutsar. O andan itibaren bu yer artık Luz değil, Beth-El yani EL’in Evi olarak adlandırılacaktır.
İleride de göreceğimiz gibi, İ.Ö. 8.yy.a kadar, Beth-El örneğinde oldukça gelişmiş bir şekilde karşımıza çıkan dikili taşlar, Filistin’in pagan bereket kültlerinin çok yaygın bir karakteristiğini oluşturur.

Yakub Beth-El’I terketmeden önce, orada karşılaştığı tanrıyı kendi “ELOHİM” i yapmaya karar verir. Bu bir tanrının insan gözünde temsil ettiği herşeyi simgeleyen teknik bir terimdi. Kendisini Harran’da gerçekten korursa, Yakub EL’i, bu özel koruması karşılığında kendi Elohim’I, taptığı tek tanrı yapacaktı, Bu pragmatik bir inançtı. İbrahim ve Yakub’un her ikisi de EL’e inandılar, çünkü o kendileri için çalışmaktaydı… Oturup onun varlığını ispata çalışmadılar.

Yakub eşleri ve ailesiyle birlikte Harran’dan dönüp, Filistin topraklarına adımını attığı anda bir diğer ilginç tecelli ile karşılaştı. Batı yakasında Yebbok geçidinde bütün gece kendisiyle güreşecek olan bir yabancı ile karşılaştı. Gündüz ara verdikleri sırada yabancı gitmek için izin istediğinde, tinsel varlıkların çoğunda olduğu gibi, Yakub bırakmadı, ismini sorar ve bu yabancının EL’den başkası olmadığını anlar.. Bu yeni yeri, Peni-El (El’in Yüzü) olarak adlandırır.
Bu karşılaşma da İlyada’yı anımsatmaktadır.

İşin özünde, bu ilk dönem hikayeleri, İsrailoğullarının sözkonusu atalarını pagan çağdaşları gibi Tanrılarıyla bizzat ünsiyet kurarken göstermesine rağmen, yeni bir dinsel yaşantı düzlemi de sunmaktadır.

İbrahim, bir inanç insanı olarak anılır. Tanrısı ona verdiği sözleri tutmuş, o da inanmıştır. Tanrı ona geçkin yaşına rağmen Sarah’ın bir çocuk vereceğini bildirdiğinde kahkahalarla gülmüşler ve bu gerçek olup, İshak doğduğunda, ona “Kahkaha” anlamındaki bu ismi vermişlerdir. Sonra bu tek çocuğu Tanrı kurban etmelerini istemiştir. Tanrılara insan kurban etmek, pagan dünyasında yaygın bir uygulamaydı. İlk çocuğun, genellikle bir çeşit senyörlük hakkının gereği olarak gebe bırakan bir Tanrının çocuğu olduğuna inanılırdı ve ilk çocuk kutsal babasına geri gönderilirdi.

Kurban geleneği devam ediyordu ama Ishak Bağışlanmıştı:
Ama İshak bağışlanmıştı. O Tanrının doğal çocuğu değil, hediyesiydi. Tanrısal enerjinin ikamesi de söz konusu değildi. (Pagan kurbanlardan farklılaşma)Ayrıca bir soy kurma görevi vardı. Büyük bir milletin atası olacağı vaadedilmişti.
Böylelikle bu Tanrı daha bu öyküden de başlayarak diğer tanrılardan farklılaşıyordu…

ÇIKIŞ MİTOSU: Yeni bir Tanrı’nın Şekillenmesi
* Mısır’dan çıkış mitosu, çekirge, kurbağa sürüleri, Nil de akan kan, 10 kez tekrarlanan veba salgını ve Nil Nehrinin ayrılması ile son derece tarafgir ve zalim bir Tanrı tarifi yapar. * Bu mitos her üç dinde de önemli bir yere sahip olmakla birlikte, zaman içinde Yehova, Çıkış’ın acımasız Tanrı’sı olarak kalmaz. İsrailoğulları onu merhamet ve yücelik simgesine dönüştürürler.
* Seçilmiş halk mitosu, tesniye döneminden itibaren, günümüzde de yaygın olan Yahudi, Hiristiyan ve İslam köktenciliğine varıncaya kadar, dar- kabilesel bir teolojiye kaynaklık edegelmiştir. (Bununla birlikte tesniye yazarı, zayıfın ve ezilenin yanında bir Tanrı’dan sözeden tek tanrıcılığın tarihinde eşit derecede de olumlu yönde yorumlamıştır çıkış öyküsünü.)
* Neticede, İbrahim’in El Şadday’ının, Musa’ nın Yehova’sı olup olmadığını hiçbir zaman öğrenmeyecek olsak da, pagan Tanrılar sık sık antik çağda birleştirilir, ayrılır, özdeşleşirlerken vs. emin olduğumuz bir şey; Kökeni ne olursa olsun, Mısırdan çıkışta yaşanan olaylar, YEHOVA’yı İsrail’in egemen Tanrı’sı haline getirmiştir ve Musa İsrailoğullarını, onun İbrahim, İshak ve Yakub’un inandıkları “EL” ile aynı Tanrı olduğuna ikna etmiştir.
* Bir öyküye göre, Musa Ürdün’de tutuşturulmadan yanan bir çalılık görmüş, incelemek için yaklaştığında, Yehova onu ismiyle çağırmış ve Musa “Bineni” Buradayım, diye cevap vermiştir. Bütün İsrail peygamberleri Tanrı ile karşılaştıklarında bu kelimeyi kullanmışlardır.
“Daha yakına gelme” dedi Tanrı, “Ayakkabılarını çıkar, çünkü üzerinde durduğun yer kutsaldır. Ben ataların İbrahim İshak ve Yakub’un Tanrı’sıyım” ve Musa korkarak yüzünü kapadı.
* Ve bu öykü ile “Tanrı”, Tarihte ilk defa mesafe koymuştur.
* Musa ona ismini sorduğunda, “Ehyeh aşer ehyeh” yani. “ Kimsem O’yum” cevabını vermiştir. Bu cümle üzerine çok tartışılmışır. Ancak üzerinden 2000 yıl geçtikten sonra bu cümle metafizik bir boyut kazanmış ve “Kendi kendini var eden varlık” anlamı çıkarılmıştır. Ancak O günkü İbranicenin gelişme düzeyinde bu sözler ancak, ” Üzerine vazife değil” , anlamında anlaşılabilir.
* Sina Dağı’na gidildiğinde, İsraillilere, elbiselerini temizlemeleri ve dağdan uzak durmaları söylenmiştir. Dağa dokunan kişi ölecektir. “Orada Yehova ateş ve bulut içinde aşağıya indi. Bütün dağ şiddetle sarsıldı. Musa dağa tek başına çıktı ve kanun tabletleri kendisine verildi”
* Antik Pagan dünyasında düzen, ahenk ve adalet ilkelerinin bizzat şeylerin doğasında olduğu anlayışı varken, artık kanun yukarıdan indiriliyordu.
* İ.Ö. 5 yy.da düzenlenmiş son metinde (P) Tanrı’nın Musa ile Sina Dağında bir anlaşma yaptığı söylenir. Bu konu da bilimsel bir tarih tartışmasına yol açmıştır. Bazı eleştirmenler İsrailoğullarının uzun süre bu anlaşmaya fazla önem vermediklerini ileri sürerler. Her şeye rağmen böyle bir pazarlık ve anlaşma düşüncesi İsraillilerin o tarihte henüz bugünkü anlamda tek Tanrıcı olmadıklarını hatırlatır. O anlaşmada, İsrailoğulları Sina Tanrısı Yehova’nın biricik tanrı olmadığından hareket ediyorlar ancak bu anlaşma ile bir tercih yapıyor ve diğer bütün tanrıları görmezden gelerek yalnız ona tapacaklarına söz veriyorlardı.
* Pentauch’un bütününde tektanrıcı bir ifade bulmak neredeyse imkansızdır. Hatta Sina Dağından indirilen 10 emir bile neredeyse diğer Tanrıların varlığını kabul etmektedir. “Gözümün önünde başka hiçbir Tanrı olmayacak” ifadesi gibi.
* Tek bir Tanrı’ya tapınma daha önce hemen hemen örneği olmayan bir adımdı;Mısır Firavunu Akenaton, Mısır’ın diğer geleneksel Tanrı’larını bir kenara iterek Güneş Tanrı’sına tapmaya kalkışmışsa da, halefleri bu politikayı hemen terketmişlerdi.

Çıkıştan Sonra da eski Tanrı Kültlerinin Etkisi Devam Ediyor:
İsrailoğullarının müteakip tarihi de diğer tanrılardan oluşan kültlerini bir kalemde silmeye pek yanaşmadıklarını gösterir. Gerçekten de Musa’nın Sina Dağında bulunduğu sırada, geride kalanların Filistin pagan dinine döndüklerini söylenir. Bu olayın Sina Dağındaki tanrısal vahiyle yan yana anlatılması, pentauch’a son şeklini veren kişilerin İsrail’deki bölünmenin şiddetini gösterme çabası olduğu düşünülebilir..
Kitabı Mukaddes, İsraillilerin sözleşmeye sadık kalmadıklarını söylemektedir. Yehova’yı yalnız savaş zamanlarında onun askeri korumasına ihtiyaç duyduklarında hatırlayıp, her şeyin yolunda gittiği zamanlarda, Baal, Anat, ve Aşera’ya eski tarzda tapınmayı sürdürmüşlerdir.
* Musa’nın halefi YEŞU kitabında bir ilk dönem metni bulunmaktadır. Bu metinde Allah ile yapılan sözleşmeyle ilgili olabilecek bir yer almaktadır. Bu metin, Orta Doğuda çok yaygın olan resmi sözleşme geleneğini şeklen aynen yansıtır. Önce güçlü taraf, sonra tarihçe, sonra sadakat isteği, sonra müeyyideler vs. Aynı Hitit kıralı 2. Murşili ile Duppi Taşed arasındaki sözleşme şeklinde olduğu gibi.
Yeşu’nun metninde de, sözleşme aynı geleneksel formatı takip eder.
*Yehova Kültü, barındırdığı tarihsel yanlılık açısından temelde farklı olmak ve farklılığını zaman içinde ilerletmekle birlikte kendisini çoğu zaman eski pagan unsurlarla bezenmiş olarak ifade etmiştir.
*Şöyle ki, Kral Süleyman, babası Davut tarafından Yebüsilerden alınan Kudüs’te Yehova için bir tapınak inşa ettirdiğinde, Filistin Tanrıları için yapılan tapınakların bir benzeri ortaya çıkmıştır. Bu tapınak, İsraillilerin yaban ellerde geçirdikleri yıllar boyunca, yanlarında taşıdıkları Ahid Sandığı’nı içeren ve Kutsalların Kutsalı olarak bilinen küp şeklindeki küçük bir odaya çıkan 3 adet dikdörtgen mekandan oluşmaktadır. Tapınakta Filistin mitosunun ilk denizi “Yam”ı simgeleyen büyük bronz bir kazan ile Aşera’nın bereket kültünü simgeleyen 2 adet kırk ayaklı bağlantısız sütun bulunmaktaydı. İsrailoğulları bu tapınağı, Yehova’nın göksel sarayının bir kopyası olarak gördüler. Sonbaharda Tarziye gününde günah keçisi töreniyle başlayıp, beş gün sonra yeni ekim mevsiminin başlangıcı olarak kutlanan Gül Bayramı’nın hasat şenliğiyle devam eden kendi yeni yıl Festivallerini icra ettiler. Bazı mezmurlarda, tıpkı Marduk’un tahta çıkışı gibi, Yehova’nın da Gül bayramı’nda kendi tapınağında tahta çıkışının kutlandığı ileri sürülmüştür.
Kral Süleyman’ın bizzat kendisi büyük bir bağdaştırmacı idi: Kendi farklı Tanrılarına tapan birçok karısı vardı ve pagan komşularıyla da dostane ilişkiler içindeydi.

İLYAS PEYGAMBER/Son Mitos
Yehova Kültünün popüler paganizm tarafından asimile edilmesi ciddi bir ihtimal idi. Nitekim, 869 yılında, Kuzey İsrail kırallığının tahtına kıral Ahab geçti, Bugünkü Lübnan’da Sur ve Sayda Kıralının kızı olan İzebel ile evlendi. İzebel ülkeyi Baal ve Aşera’nın dinine döndürmeye çalıştı. Ahab müdahale etmedi. Saltanatının sonunda büyük bir kuraklık başladı. İlya, (Eli-Yah) Kıral Ahab ve Halkını Yehova ile Baal arasında yapılacak bir yarışma için Karmel dağında topladı. Burada Baal’in 450 Peygamberi önünde 2 öküz getirtti. Ve hangi Tanrının gökten ateşi indireceğini beklemeye koyuldular. Yehova mucizeyi gösterdi! Ve ateşten sonra, Yehova yağmuru da gönderdi. (Fırtına Tanrısı BAAL’in işlevini de sahiplendi)
(Aslında ilginç İzebel örneği bir istisna idi. Paganizm diğer insanlara kendini dayatmazdı çünkü pagan panteonunda daima başka tanrılara da yer vardı.)
İlya sonra Tanrı’nın Musa’ya göründüğü Sina dağına sığındı ve orada ;
” O anda bizzat Yehova zuhur etti. Yehova’nın geçtiği yerden, dağlar ayrılıp kayaları darmadağın eden şiddetli bir rüzgar çıktı. Ama Yehova rüzgarın içinde değildi. Rüzgarı bir zelzele takip etti. Ama yehova zelzelenin de içinde değildi. Sonra bir ateş peydah oldu, Yehova onun da içinde değildi. Ve ateşten sonra tatlı bir esinti duyuldu. Ve İlya bunu duyar duymaz abasıyla yüzünü kapadı.
Pagan Tanrılarının aksine, Yehova herhangibir doğa gücünün içinde değildi, uzak bir ülkedeydi. O paradoksal bir şekilde dile gelen sessizlik içinde , neredeyse zor farkedilen bir esinti olarak hissediliyordu.
İlya Öyküsü Yahudi metinlerindeki geçmişe dair son mitsel anlatıyı içermektedir.

EKSEN ÇAĞI(İ.Ö. 800- İ.Ö.200)Pazar Ekonomisiyle birlikte, Felsefenin Yücelişi

İ.Ö. 800-200 dönemi, EKSEN ÇAĞI ( AXIAL AGE) olarak isimlendirilmiştir.
Bu dönemde uygar dünyanın bütün ana bölgelerinde insanlar son derece önemli ve belirleyici özelliklerini koruyan ve devam ettiren dinsel ideolojiler yarattılar. Yeni dinsel sistemler, değişen toplumsal ve ekonomik koşulları yansıttılar.

Bu dönemde tüccar sınıfının doğmasına yol açan yeni bir refah söz konusuydu. İktidar, kırallar ve din adamlarından, tapınak ve saraylardan pazar yerine kaymaktaydı. Yeni zenginlik entellektüel ve kültürel gelişmenin yanısıra bireysel bilincin gelişmesine de yol açıyordu. Değişme hızının kentlerde artması ve insanların kendi eylemlerinin gelecek kuşakların kaderini etkileyebileceğini farketmelerine paralel olarak, eşitsizlik ve refah farkları daha da belirginleşti.
Her bölge bu sorunlar ve kaygılarla başetmek için kendi farklı ideolojisini geliştirdi:

• Çin’de Tao’culuk ve Konfüçyüs’çülük, • Hindistan’da Hindu dini ve Buda’cılık,• Avrupa’da felsefi akılcılık. • Ortadoğu tek tip çözüm üretmediyse de İran ve İsrail’de sırasıyla Zerdüşt ve İbrani peygamberler tek tanrıcılığın değişik versiyonlarını geliştirdiler.

EKSEN ÇAĞI’nın yeni ideolojilerinde, insan yaşamının, kendi maddesel yaşamından öte, temel bir aşkın unsuru içerdiği konusunda görüş birliği söz konusudur. Ele aldığımız çeşitli bilgeler, bu aşkınlığı farklı şekillerde yorumlamalarına karşın, onu insanların kamil birer varlık olma yolunda gelişimlerinde çok önemli bir aşama olarak görmüşlerdir. Bu çağ düşünürleri eski mitolojileri bir safra gibi bir kenara atmamışlar, yeniden yorumlayarak insanların onları aşmalarına yardımcı olmuşlardır.

İlginç görünmekle birlikte, dönemin diğer büyük dinsel anlayışları gibi, “Tanrı” düşüncesi de pazar ekonomisinin başlamasıyla gelişti.

( ! ?) Platon ve Aristoteles’in akılcılığı bir dönüm noktası olmuştur. Karşılaştıkları andan itibaren, Yahudi, Hiristiyan ve Müslüman’lar hep onların düşüncelerine dayanmış, Yunan Tanrı’sı kendilerininkinden çok farklı olmasına rağmen, onları kendi dinsel yaşamlarına adapte etmeye çalışmışlardır.

Tüm dinlerde, bütün çağlarda olduğu gibi, Uygarlık tarihi boyunca da değişim devam etmiştir. Tam olarak anlayamadığımız nedenlerle, daha henüz ticari ilişkilerin bile kurulmadığı bir dönemde (Çin ve Avrupa arasında olduğu gibi) önde gelen bütün uygarlıklar paralel çizgilerde gelişme göstermişlerdir.

(EKSEN ÇAĞI’NDA)HİNDU DİNİ VE BUDA’cılık
Bu felsefe, paganizmin eski bütüncül anlayışının yeni bir versiyonu, esasen tanrısal olduğu kabul edilen insanın içinde ve dışındaki tek bir bütüncül yaşam anlayışının yeniden keşfi idi.

RİG-VEDA Hindistan’da İran (Orta Doğu) Tanrıları
İ.Ö. 7.yy’da İran’da yaşayan Ari’ler İndüs vadisini istila etmişler ve Rig-Veda olarak bilinen uzun manzum şiir denemelerinde gördüğümüz gibi, İran’lı Ari’ler kendi düşüncelerini İndüs halkına empoze etmeye çalışmışlardır. Rig Veda’larda OrtaDoğu Tanrılarının bir çok ortak değeri dile getiren, iktidar, yaşam ve şahsiyete bürünmüş doğa güçlerini temsil eden Tanrılar kümesini görürüz.

Öte yandan, hepsinin üzerinde olan tek bir Tanrısal MUTLAK’ı düşünmeye başladıklarına dair kimi işaretler vardır.

Tıpkı Babilliler gibi, Ari’ler de mitoslarının yaşanmış bir gerçekliğin ifadesi olmadığının farkındaydılar. Ve bir GİZ’I dile getirmekteydiler.

“Öyleyse kim, onun ve ondan doğanların ne zaman oluştuğunu bilebilir,Onu Tanrı’nın yaratıp yaratmadığınıYalnızca göğün en yücesinden onu gözleyen bilirVeya belki o da bilmez!”
Vedaların dini ne yaşamın başlangıcını açıklamaya, ne de felsefi sorulara yanıt vermeye çalışmıştır. Yanıtladığından daha çok insanların saygılı bir meraka dayalı tutum geliştirmelerini sağlamaya yönelik sorular sormuştur.

VEDANTA:
İ.Ö. 8 YY. civarına yaklaşırken, bir yandan E. J. Orta Doğuda kendi kroniklerini yazarken, öte yandan Hint Alt yarımadasında Ari etkisi azaldı ve dinsel açlık başladı.
Hint Alt Yarımadasında, eski inançlar tekrar günışığına çıkarken insanın kişisel yazgısını kendi eylemlerinin belirlediği düşünülüyordu. (KARMA) Bu alışkanlıkla insanlar kendi başına gelenler için Tanrı’yı suçlamıyorlar, sorumlu tutmuyorlardı.

Veda dini fazlasıyla kurban ritüellerine odaklaşmıştı. Oysa bölgede yeniden eski bir Hint uygulaması olan Yoga’ya dönülüyordu ve sonuçta, dışsal olgular üzerine yoğunlaşmış Veda dini insanları tatmin etmiyordu. Kurban ve Litürji yeterli değildi, onlar derindeki anlamı keşfetmek istiyorlardı.

İlerde görüleceği gibi İsrail Peygamberleri de aynı tatminsizliği hissetmişlerdi.
Hindistan’da insanlar gerçeği içsel olarak kavramanın peşindeydiler. Tanrıların önemi azalıyor, din vaizleri daha da büyük önem kazanıyorlardı. Bu da insana verilen değerin ve yazgı üzerinde söz sahibi olma arzusunun güçlü bir ifadesiydi.

İ.Ö. 8 yy.da Upanişad’lar ve Aranyaka’lar ( risaleler) bu konuları işlediler. Bu risaleler topluca Vedanta olarak bilir, yani (Veda) ların sonu.

UPANİŞAD’LAR, ATMAN:
Hindu dini hakkında bir genelleme yapmak mümkün değildir. Çünkü bu din her türlü sistemden kaçınmaktadır. Upanişadlar’da ise tanrıları aşan ama varolan her şeyde mevcut olan kendine özgü bir Tanrısallık anlayışı geliştirilmiştir.
Zaman içinde, Vedaların Brahmanı kavram olarak değişmiştir. Bu çağda, bütün dünya ve varoluş, Brahmanın gizemli varlığından yükselen tanrısal etkinlik olarak görülmüştür. Meydana gelen herşey Brahmanın bir tezahürüne dönüşmekteydi. Gerçek ise, farklı görüntülerin gerisindeki Vahdet anlayışında yatmaktaydı..
Birçok upanişad’da Brahman kişisel olmayan bir varlıktır, cinsiyeti yoktur, insanla konuşmaz, buluşmaz, kişisel tepki vermez, ne sevgi-ne nefret ‘den sözedilemez. Günah onu incitmez. Ona şükretmek ya da övgü düzmek uygunsuzdur.
Biz onu görmesek de, Brahman, Atman olarak dünyayı sarar ve herbirimizde içsel olarak bulunur.
Atman Tanrının bir idol, orada, dışsal bir gerçeklik kaygı ve endişelerimizin yansıması haline gelmesini önler. O bizlere ancak yaşantı (Anubhara) yoluyla görünür. O ancak, gerçek anlamda nefsin ötesinde, vecd içinde algılanabilecek bir gerçekliktir. Onu bilgin kişi bilemez, cahil kişi bilir. Brahman ya da atman yaşantısı akılla bir müzik eseri ya da bir şiirde olduğundan daha fazla açıklanamaz. Böylesi bir sanat eserinin yaradılışı için zeka gereklidir ancak o zihinsel ve mantıksal gücün ötesine geçen bir deneyimi ifade eder.
Yoga teknikleri insanların bir iç dünyayı farketmelerini sağlamaktaydı. Bu duruş, nefes alış, yiyecek ve zihinsel konsantrasyon disiplinleri insan için doğal sayılan bir aydınlanma tecrübesine yol açmıştır. Upanişadlar bu anlamda kişinin başka bir boyutunu tecrübe edişinin bütün dünyayı ayakta tutan tanrısal gücün kendisi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Her bireyin içindeki ebedi ilke Atman olarak adlandırılmıştır. Bu paganizmin eski bütüncül anlayışının yeni bir versiyonu, esasen tanrısal olan insanın içinde ve dışındaki tek ve bütüncül yaşamın yeniden keşfi idi. (Teklik)

BUDDHA
Buddhaya göre tüm varoluş acıdan ibaretti. Buddha sistemi kendisinin icad ettiğini asla öne sürmemiştir. Olan şeyi keşfetmekten bahsetmiştir. Karma insanları sonsuz bir döngüyle acı yaşamlara yeniden doğmaya mahkum eder. İnsanlar ancak davranışlarını düzeltirlerse yazgılarını değiştirebilirler. Ve bu acı yaşam alevinin yeniden tutuşmasını engelleyebilirler.
Nirvana da esasen “Sönmek”, “Sükunete ermek” demektir. Nirvanaya ulaşmak. Hiristiyanların çoğu zaman anladığı gibi bir cennete gitmek değildir. Buda keşişleri bu konuda spekülasyın yapmazlar. Buda’nın yapabileceği tek şey, kişiye daha uzak kıyılara gidebileceği bir sandal vermektir.

Buda, ritüeller gibi, inandığı teoloji ve inançların da önemsiz olduğunu öne sürmüştür. Önemli olan tek şey, iyi yaşamdı.

(EKSEN ÇAĞI) VE YUNANLILAR
Pythagoras Hint Felsefesinin Etkisi

Pythagoras, İran ve Mısır kanalıyla belki de Hint fikirlerinden etkilenmiş bir düşünürdü.
Pythagoras, ruhun tıpkı bir mezar gibi bedenin içine hapsolduğunu, çökmüş, kirlenmiş ve aralıksız yeniden doğuş döngüsüne mahkum olmuş bir “Tanrı” ya da tanrısallık olduğunu düşünüyordu. Ruhun ritüel arınma yoluyla ve mukakeme gücünün arındırılması ile özgürleştirilebileceğini , böylece ruhun evrenin mükemmelliği ile yeniden bir uyum oluşturabileceğini öne sürmekteydi.
Platon(İ.Ö. 427-346)
İnsanoğlu bozulmuş olan bir Tanrısallıktı.. Onunla içimizdeki gerçeğin sezgisel bilgisi ve akıl ile temas edilebilirdi

Öte yandan, Pitagoras’ın etkisi altında kalmış olan, Platon (İ.Ö. 427-346) sürekli olarak epistomoloji sorunları ve bilgeliğin doğası ile uğraşmaktaydı.

Platon’un Hocası Sokrates, Bir bakıma Hindistan’da olduğu gibi , eski festivalleri ve dinsel mitosları küçültücü buluyordu.

Platon ünlü mağara mitosunda yeryüzündeki yaşamın karanlık, belirsiz olduğunu anlatmıştır. İnsan ezeli gerçeklerin sadece mağara duvarındaki titrek ışıldamalarını algılayabilir. Ancak zihnini tanrısal ışığa alıştırmasıyla aydınlanma ve özgürlüğe ulaşabileceğini anlatır.

Platon Tanrının doğasını tartışmaz. Asıl mesaisini ise formların tanrısal dünyasına hasretmiştir. İdealar; Sevgi, Adalet, Güzellik ama en önemlisi, İyi idi. Platon için tanrısal formlar, idealar orada, uzakta değil, özün kendi içinde keşfedilecek şeylerdi. (Şölen) ( Tektanrıcılar bu fikirden çok etkilenmişlerdir).

En önemli hareket dairesel döngü idi, gök kürenin dairesel dönüşü gibi. ( Tek tanrı dinleri bundan da çok etkilenmişlerdir).

Platon ve Sokrates için düşünce nesneleri onları düşünen kişilerin anlığında aktif olan gerçekliklerdi. Ve esasında bir anımsama süreci , hep sahip olup da unutmuş olduğumuz bir şeyin idraki idiler. Çünkü insanoğlu bozulmuş olan bir Tanrısallıktı.. Tanrısal dünyanın formları insanın içindeydi. Onunla rasyonel veya etkinlik araçları ile değil, içimizdeki gerçeğin sezgisel algılaması ve akıl ile temas edilebilirdi.

Gene de Platon evrenin esas olarak rasyonel olduğuna inanıyordu.

Aristoteles( İ.Ö. 384-322)Rasyonalizmi bir adım daha ileri götürdüİnsan, Tanrısal doğanın bir parçası haline getiren Tanrı vergisi bir akla sahiptir

Aristoteles bütün bilimin temeli olan mantıksal akıl yürütmenin önemini anlayan ilk kişiydi ve bu yolla evrenin algılanmasının mümkün olduğuna inanıyordu. Platon’un söz konusu üstün formlarının öznel, bağımsız bir varlığa sahip oldukları anlayışını reddetmiştir.

Aristo dünyayı esas alan yaklaşımlarına ve bilimsel gerçeklikle ilgilenmesine karşın, din ve mitolojiye de önem vermekteydi.

Gizem dinlerine mensup kişilerin gerçeği öğrenmelerinin değil, belli duyguları yaşamaları ve belli şekillerde dışavurmaları’nın beklendiğini söylemekteydi. Ve ünlü edebiyat kuramı Tragedya’da bu şekilde oluştu. “Günlük yaşamda katlanılamayan olayların simgesel, mitolojik ve ritüel olarak anlatımı onları kurtarabilir ve saflaştırabilir” demekteydi.

Aristoteles Batı Dünyası Hiristiyanlarını Çok Etkiledi“İnsan küçük bir evrendir. Aklını arındırarak kendisini ölümsüz ve Tanrısal kılmak onun görevidir”.

Fizikte o, gerçeğin doğasını evrenin yapısını ve tözünü inceledi. Sonunda yaradılışa dair “ ilk hareket ettirici kuramı “ nı yarattı. Eski mitosların tersine, Aristoteles’de her şey kaynağından uzaklaştıkça zayıflamaktaydı. Hiyerarşinin tepesinde “Tanrı” ilk hareket ettirici olarak yer alıyordu; “Saf düşünce hem düşünen, hem düşüncenin kendisi… Her devinimin sonunda bizi tek kaynağa ulaştıran bir neden olmalıdır. O bir cezbe sürecinde dünyayı harekete geçirmektedir çünkü bütün varlıklar, kendi olmaya doğru sürüklenirler…”

Aristoteles kuramında; İnsanın ayrıcalıklı bir konumu vardır. Onun ruhu, kendisini Tanrı’ya akraba kılan ve Tanrısal doğanın bir parçası haline getiren Tanrı vergisi bir akla sahiptir. Bu tanrısal özellikli akıl, onu tüm bitki ve hayvanlardan üstün kılar. Ve insan küçük bir evrendir. Aklını arındırarak kendisini ölümsüz ve Tanrısal kılmak onun görevidir. Ve insani erdemlerin en yükseği bilgelik, “Sophia” dır.

Sophia’ya ulaşmak, Aristo’da da, Platon’da olduğu gibi, felsefi hakikatın tefekkürü ile yani theoria şeklinde gerçekleşir. Öte yandan, Theoria’ya yani hakikata, yalnızca mantık yoluyla da ulaşılamaz. O kendini aşma ile sonuçlanan disiplinli bir sezgidir. Ve çok insan bu noktaya ulaşabilir ve çoğunlukla sadece günlük yaşamdaki öngörü ve akıl ile yetinerek yaşar.

( Phoronesis)
Aristo sistemi içinde İlk Hareket Ettirici önemli bir konuma sahip olmakla birlikte Onun Tanrısının neredeyse dinsel bir boyutu yoktur. Dünyayı o yaratmamıştır, çünkü bu ona hiç yakışmayan değişmeyi, dünyevi bir eylemi içermektedir. Her şeyde, ona yönelik bir sevgi eğilimi bulmasına karşın, bu Tanrı Dünyaya karşı oldukça kayıtsızdır. O kesinlikle bu dünyayı yönetmemekte, ona yol göstermemekte ve yaşamımıza müdahale etmemektedir. Dahası, Tanrı’nın kendi varoluşunun gereği olan evrenin varlığının kendisinden kaynaklanıp kaynaklanmadığını bilip bilmediği de tartışmalıdır.

Aristo daha sonraki dönemlerinde bu teolojiden vaz geçmiş olabilir.

Eksen Çağı Hakkında Özetle;
Eksen çağı’nın batılı düşünürleri olarak Aristoteles ve Platon’un her ikisi de birey vicdanı, iyi yaşam ve toplumsal adalet sorunları üzerinde durmuşlardır.

Platon’un saf formlar dünyası ve Aristoteles’in uzaktaki Tanrısı sıradan ölümlülerin yaşamları üzerinde çok önemsiz bir etki gösterebilirdi. Bu konu, sonraki dönemlerde Yahudi ve Müslüman düşünürleri etkilemiştir.

EKSEN ÇAĞI’nın ideolojilerinde, insan yaşamının, temel aşkın bir unsuru (Kendi maddesel yaşamından öte) içerdiği konusunda bir görüş birliği söz konusudur. Çeşitli bilgeler, bu aşkınlığı farklı şekillerde yorumlamalarına karşın, onu insanların kamil birer varlık olma yolunda gelişimlerinde çok önemli bir aşama olarak görmüşlerdir. Bu çağ düşünürleri eski mitolojileri bir safra gibi bir kenara atmamışlar, yeniden yorumlayarak insanların onları aşmalarına yardımcı olmuşlardır.

HELEN KÜLTÜRÜ İLE ETKİLEŞİM VE YAHUDILIGIN FELSEFEYE ACILMASI
I.Ö 6. yy’da Yahudiler henüz Felsefe yapmaya başlamamışlardı. Sürgünlerin ardından Eyüp Peygamber’in Tanrıyı sorgulaması öyküsü çıktı ise de, hikaye baş eğmeyle sonuçlanır.Yahudilerin felsefeye açılması ancak İ.Ö. dördüncü yy da, söz konusu olmuştur.
İ.Ö. 332’de Makedonyalı İskender’in Asya ve Afrikayı kolonileştirmesiyle, Filistin ve civarındaki Yahudiler Helen kültürüyle sarılmışlardır. Cimnazyumda eğitim görüp, Yunanca öğrenen İsrailliler kendi kutsal metinlerini Yunancaya çevirdiler. Septuagint adı verilen yeni bir Yahudilik versiyonu ortaya çıktı. Bazı Yunanlılar da, kendi tanrılarının yanısıra ilaveten Yehudaya tapınmaya başladılar, adını da Lao koydular. Sinagoglara gidip ilahileri dinlediler. Sinagog eski dinlerin dünyasındaki hiçbir şeye benzemiyordu. Kurban ve ritüeller olmadığı için onlara felsefe okulu gibi görünüyordu. Aynı kendi filozoflarını dinlemeye gittikleri gibi ünlü Yahudi vaizleri dinlemeye gidiyorlardı.Kimi Yunanlılar Tevratın belli kısımlarını ibadetlerinde kullanmış ve bağdaştırmacı tarikatlarda Yahudilere katılmışlardır.

Bu kaynaşmalara rağmen, 2 yüzyıl boyunca Yunan tanrılarının varlığına inanmayan Yahudilerin tehlikeli olduğu düşünüldü ve Yunan Tanrılarının bu “Ateist”ler nedeniyle toplumu korumaktan vaz geçebileceğinden korkuldu , düşmanlık birikti. Hatta Filistin’de Selevkos valileri Antiokhos ve Epifanes’in Kudüs’ü Helenleştirmeye ve tapınağa Zeus kültünü sokmaya çalıştıkları zaman bir isyan çıkmıştır.

Yahudiler kısa zamanda bilgeliğin Yunan zekasının değil, Yehova korkusunun bir eseri olduğunu ileri süren kendi literatürlerini yaratmaya başladılar. Ve bu bilgelik literatürü, Ortadoğuda kökleşmiş bir edebi tür oluşturdu. Yaşamın anlamı, iyi yaşamın yolunu araştırmaya ağırlık veren bir tür . Çoğu zaman oldukça pragmatikti ve esas olarak felsefi değildi.

İ.Ö. 3. yy da Süleymanın meselleri kitabının yazarı, Bilgeliğin tanrının ilk yaratısı olduğunu ileri sürmüştür. Daha sonra bu fikir hiristiyanlar için önemli olacaktır. Bilgelik ayrı bir kişi gibi görünmektedir. Bilgelik tanrısal olmayıp, onun bir yaratısıdır , tanrının planıdır.

İ.Ö. 2 yy da Kudüste dindar bir Yahudi olan Sira oğlu Yesse’de bilgeliği benzer bir şekilde tarif eder.Ve bu süreç içinde artık Yahudiler insan yaşamına doğrudan müdahale etmesi düşünülemeyen oldukça yüceltilmiş bir Yehova anlayışının tohumlarını atmaktaydılar.
Bilgelik kültürü İ.Ö. 50 civarında İskendireye’de polemikçi bir biçim kazandı. Süleymanın Bilgeliğinde, Sophia kişileştirilmiş ve onun Yahovadan ayrı düşünülemeyeceği ifade edilmiştir. Bilgelik, Sophia, kendini insanın algılayabileceği şekle sokan bir Tanrı boyutudur.

İskenderiyeli Philon:
Tektanrıcılar ne zaman Yunan felsefesinin cazibesine kapılmışlarsa, hep onun tanrısını kendininkilerine uydurmaya çalışmışlardır. Bu işe ilk girişen insanlardan biri , Yahudi filozofu İskenderiyeli Philon idi. (İ.Ö. 30, İS 45) Platon gibi o da, idea-masterplan benzeri bir ikilemden bahsetmiştir. İkisi de, fiziki dünya işleri arasına sıkışıp kalmış ruhun bir sürgün yaşadığını ileri sürer.

ROMA Yeniden Sürgün (İ.S.70)
İ.Ö. birinci yy da, Roma dönemi başladı. Romalılar Yunan kültürünün üstünlüğünü kabul etmişlerdi. Buna rağmen, Yahudileri kendileri için yararlı bir müttefik olarak gördüler. Yahudileşen Romalıların sayısı da hızla artıyordu. Flavius imparatorlarından birisi de Yahudiliği kabul etmişti. Bir isyan yüzünden İ.S. 70’de Vespasianus Kudüs’ü işgal etti tapınağı yerle bir etti. Ve Yahudiler bir defa daha sürgüne zorlandı.

TAPINAK DIŞINDA TARİKATLAR

Kutsal topraklarda kendilerini bir şekilde tapınaktan uzak tutan yeni tarikatlar ortaya çıktı. Esseni ve Kumran mezhepleri tapınağın yozlaştığını ileri sürüyorlardı. Tapınakları ruhani idi, cisimsel değildi. Ferisiler daha yenilikçi idi. Hiçbir ruhban sınıfa gerek bırakmadan her anı ritülele dönüştürdüler. Bunların arasından iki rakip ekol çıktı. Şammay ve Haham Hillel. Ferisiler 70 yılında en saygın tarikat konumuna geldiler.
KabalaTALMUD Risalelerinin ortaya çıkışı(İ.S 4 yy Kudüs ve İ.S.5 yy Babil)
Haham Yuhannan, mistik Haham Akiva ve Haham İsmail gibi tanınmış din adamları “TANNAIM” adı verilen bilginler yetiştirdiler. Dağınık dinsel hükümleri güncelleştirip, sözlü hükümleri kanunlaştırdılar. Böylece ortaya MİŞNA çıktı. Sonra AMORAIM diye bilinen yeni bir bilginler kümesi MİŞNA üzerine yorum getirdiler. Ve TALMUD ismiyle anılan risaleleri kaleme aldılar. Gerçekte 2 ayrı TALMUD derlenmiştir. 4 yy da Kudüs, 5 yy da Babil’de.

Bu çalışmalar sonsuz bir meditasyon eylemiydi. Her bir yorum katmanı, Tanrının kendi halkı arasındaki varlığını yansıtan yeni bir mabedin duvarlarını ve salonlarını simgeliyordu.
Hahamlar, uzaktan yöneten Tanrıyı, insanoğlunun içinde, yaşamın en küçük ayrıntısında daha yakın bir şekilde varolan bir Tanrıya dönüştürdüler. Tapınağın yıkılması, yeni sürgün felaketinden sonra, Yahudiler kendi aralarında kendileriyle birlikte yaşayan bir Tanrıya ihtiyaç duydular. Hahamlar hiçbir biçimsel öğreti oluşturmadılar. Bir mistisizm yarattılar. Resmi ve nesnel bir öğretiye gerek duymadılar. Hahamlar, herkesin kendi gücüne göre tanrıyı görüp kavrayacağını belirtmiştir, yani inancın öznel bir deneyim olduğunu. Ve her bir peygamberin Tanrıyı farklı bir şekilde algıladıklarını ısrarla vurgulamışlardır. (Günümüzde Yahidilikte Tanrı hakkındaki teolojik fikirler özel hayat alanına girmektedir ve kurulu düzenin bir baskısı da sözkonusu değildir. ) Hahamlara göre, hertür resmi öğreti Tanrının esas gizemini sınırlamak anlamına gelirdi. O tam anlamıyla kavranılamaz, tasavvur edilemezdi. Musa bile Tanrının gizini aralamayı başaramamıştı.Uzun bir araştırmadan sonra Kral Davud, onu anlamaya çalışmanın beyhude bir şey olduğunu kabul etmişti. Çünkü o, insan zihninin altından kalkamayacağı kadar büyük bir şeydi. Hatta onu dile getirmeye yönelik her girişimin kaçınılmaz bir şekilde eksik kalmaya mahkum olduğunun hatırlatılması olarak, Yahudilerin onun adını dahi ağızlarına almaları yasaklanmıştı. YHWH yazılıp telaffuz edilmemiştir. Tanrının doğadaki eylemlerini hayranlıkla izleyebiliriz ama bu, Haham Hunan’ın dediği gibi, bize gerçeğin ancak küçük bir boyutunu verir.

Bu şekilde Tanrı tasarımının amacı çözümler bulmak değil, gizem duygusu merak uyandırmaktı. Hatta hahamlar ibadetlerde tanrının sık sık yüceltilmemesi konusunda uyarmışlardır. Çünkü sözler eksik kalmaya mahkumdu.ŞEKİNA kavramı da, tanrının yeryüzündeki mevcudiyeti anlamında kullanılıyordu. Tapınakta değil, çöllerde .. Hahamlar, kendilerine özgü tarz içinde Hinduların ATMAN olarak adlandırdığı ÖZ ile özdeş bir tanrı anlayışı geliştirmekteydiler.

MESİH
Philon, Hille ve Şammay’ın ortaya çıktıkları sıralarda, hastalara şifa dağıtan karizmatik bir kişilik ortaya çıktı. İsa’nın yaşam öyküsünü ölümünden sonra MS 70 yıllarında Aziz Markos yazmıştır. İlk hiristiyanlar onu bir Musa, Yeşu, yeni İsrailin kurucusu olarak görmüşlerdir. Yaşadığı dönemde birçok Yahudi onun bir Mesih olduğuna inanmıştı. Romalılar onu çarmıha gerdikten sonra, takipçileri dindar Yahudiler olarak ibadet ettiler. Bununla birlikte, zaman içinde kendi farklı anlayışını oluşturan Yahudilik dışı bir inanç haline geldi.

İlki olması açısından en güvenilir İncil sayılan Markos’un İncilinde İsa, erkek ve kızkardeşleri olan sıradan bir kişidir. Ne doğumunu melekler ilan etmiş ne de ona ninni söylemişlerdir.
İsanın misyonu hakkında çok fazla spekülasyon yapılmıştır. Onun gerçekte söylediği sözlerden çok azı İncilde yazılmış, Aziz Pavlus tarafından kurulan kiliselerin sonraki girişimleri tarafından şekillendirilmiştir. Bununla birlikte onun faaliyetlerinin temelde Yahudi niteliğine işaret eden ipuçları vardır. Pavlus haham Gamaliel’e müridlik eden bir Ferisiydi ve İsanın öğretisi de Ferisilerin belli başlı savlarıyla örtüşmekteydi. Hillel ‘in altın kuralını vaz ediyor, “Kendisine yapılmasını istemediğini komşuna yapma.. Luka İncilinde ferisilerden olumlu bir şekilde bahsederken Matta, antisemitik bir hava estirmekteydi.

İS 4.yy: İSA Tanrı’nın oğlu oluyor:
İsanın Tanrı nın oğlu olduğu öğretisi İS 4yy a kadar kesin şeklini almamıştır. Enkarnasyon- Hu lul ise Hiristiyan inançlarına tedrici bir şekilde girmiştir. Bu konu da Hindistanda Budanın ölümünden yaklaşık 6-7 yy. sonra ortaya çıkan, “Bakti” ve “Bodhissatva”lar’ın reenkarnasona olan bakışı ile ilişkili görünmektedir.

Birinci yy da Hiristiyanlar da Tanrıya Yahudiler gibi ibadet ettiler, hahamlar gibi tartıştılar, kiliseleri de sinagoglara benziyordu. Ancak Tevratı dikkate almadıkları için İS 80 yılında Sinagogdan resmen kovuldular. Ve kavga başladı. 70 yılından sonra Yahudilerle Roma imp arasındaki denge Yahudilerin aleyhine bozuldu ve Hiristiyanlık güç toplamaya başladı.
Bundan sonra Yunan temeline bağlı yeni bir Hiristiyanlık anlayışı doğmaya başladı. Ancak İ.S. 100.yy da kaleme alınmış olan “Resullerin İşleri”nde ilk hiristiyanların hala Yahudilere özgü bir tanrı kavramı yaşadıklarını görmek mümkündür.

Daha sonra, İ.S. 100-150 Gnostikler olsun, Kuzey Afrikalı Tertullianus (MS 160-220) 178 yıllarındaki Celcus olsun Yahudilikten devraldıkları savaşçı Tanrı yerine , barışçı ve sevgi dolu bir tanrı tasarımı inşa etmeye çalışmışlardır ki bunlar daha ziyade Yunan Felsefesinin Tanrılarına benzemektedir.. Celsus ki Pagan’dı, Mevcut Hiristiyanları dar bir Tanrı arayan, yalnız kendi topluluklarının tarafını tutan sefil bir güruh olarak adlandırmıştı.
Daha sonraki yıllarda, 200 yılları sonlarında iyi eğitim görmüş Pagan filozoflar, Kitabı Mukaddes’in Semitik tanrısını, Yunan-Roma idealleriyle bağdaştırmayı denediler ve bir Hiristiyan Platonculuğu oluştu.

Sonra mesela Platinos çıkmıştır. Platinos , şakirtlerinden insan ruhununun derinliklerinde araştırma yapmasını önermiştir. (MS 205-270) Ki bu da Hindu ve Budacı ideallere çok yakındı. Hiristiyanlık ideolojisini ararken, Tanrı öğretisi açıklığa kavuşamıyor ve sürekli bölünmelere yol açıyordu.

Augustinus’un Katı Öğretisi:
Ve sonunda Augustinus’un katı öğretisi amansız bir Tanrı’nın korkunç bir resmini çiziyordu. Ne Yahudiler ne de Yunanlı Hiristiyanlar Adem’in cennetten kovuluşunu bu ölçüde bir felakete dönüştürmemişlerdi. Daha sonra Müslümanlar da bunu benimsemediler. Bu katı batı hiristiyanlığının projesi idi. Ve insanlık tarihi için zorlu bir miras olmuştur. Genelde cinselliğin ve özelde kadınlığın lekelendiği bu yabancılaşma hiçbir yerde Augustinos’daki kadar açık olmamıştır. Batı bu düşünürle birlikte kadın düşmanı bir tutum içine çoktan girmişti ve batı hiristiyanlığı bu nevrotik kadın düşmanlığından hiçbir zaman kurtulamayacaktı.

Justinianos 529’da Atina’daki eski felsefe okulunu kapatıyor:
529 yılında İmparator Justinianos Atinadaki eski felsefe okulunu, entelektüel paganlığın son kalesini kapattı. Ve Pagan felsefe yeraltına geçti. 4 yıl sonra bizzat Aziz Pavlus’un Atinada dine soktuğu ilk kişi, Dionysios yeni Platoncu anlayışla ortaya çıktı. Yunanlıların Tanrısı ile Kitabı M. in Tanrısını yeniden uzlaştırmaya çalıştı. Dionysos’un çalışmalarında, Tanrı “Hiçlik” idi.
Yunanlılar ve Latinler çok farklı iki görüş geliştirdiler. Yunan diriliş kavramı (Maksimos İS 580-662), Budacı görüşlere ve doğu geleneğine daha yakındır. Batılı İsa görüşü ise, Anselmus (1033-1109) “Why God Became Man” kitabında açıklandığı gibi, günahlarla doludur.

İSLAM – BİRLİK
İ.S. 610 yıllarında, Hicaz ın Mekke kentinde, kitabı mukaddesi hiç okumamış, olasılıkla İşaya, Yeremya ve Hezekieli de hiç duymamış bir Arap tüccar, onlarınkine esrareniz bir biçimde benzeyen bir deneyim yaşadı.. Aşiret değerleri bozulan ve büyük bir sömürünün hakim olmaya başladığı bu dönemde, herhangi bir siyasal çözüm, dinsel nitelikte olmak durumundaydı. Muhammed, Kureyş’in parayı din edindiğini biliyordu. Eski göçebelik günlerinde aşiret bireyden önce gelirdi.

Muhammmed çok zeki idi. 632 de öldüğünde Arabistanın tüm aşiretleri yeni birlik, ummet içinde toplanmıştı ve Araplara kendi geleneklerine uyan bir maneviyat getirmişti. Eski arap panteoundaki Al-Lah’ın Yahudi ve Hiristiyanlığın tanrısıyla aynı olduğuna inanmıştı. (Kabe İslamiyet öncesi de vardı, Kabeye hacca gidilirdi)

Kadınlar Muhammedin dinini ilk seçenler arasındaydılar ve onların kurtuluşu O’nun yüreğinde yer eden bir tasarıydı. Kuran kız çocuklarının öldürülmesini kesinlikle yasakladı. Kadınlara miras ve boşanma konularında yeni haklar verildi. Çoğu batılı kadın 19 yy a kadar böyle bir hakka sahip olmadı. Ne yazık ki, Hiristiyanlıkta olduğu gibi din, daha sonra metinleri kadınlar hakkında olumsuz yorumladı. Kuran bütün kadınlara peçe zorunluluğu getirmez. Yalnızca toplumsal konumlarının işareti olarak Muhammedin eşleri için bunu getirir.

FİLOZOFLARIN TANRISI
9. YÜZYIL BOYUNCA Araplar Yunan bilimiyle ve Felsefesiyle ilgilendiler ve sonuç Avrupa terimleriyle Rönesans ile aydınlanma arasında bir geçiş olarak adlandırılabilecek kültürel bir verimlilik oldu. Yunan metinleri Arapçaya çevrildi Astronomi, tıp, matematik geliştiYunan filozoflarının Tanrısının Allahla aynı olduğuna dair bir inanç gelişti. Hiristiyanlar ise buna yanaşmamışlardı. Mutezile ve Eşari vahiy ile doğal akıl arasında köprü kurmaya çalışıyorlardı.
Müslüman ve Arap öngörüleri İran , Hint ve Gnostik etkilere açıldı:

Yakub İbn İsnhak el kindi (870):
Hakikat tekti ve filozofun görevi hangi kültür ve dili giyinirse giyinsin onu aramaktıZekeriya er razi ( 930): Aklın üstünlüğüEbu Nasr el-Farabi (980) hekim, mistik ve müzisyendir. Muhammed’in Platon’un öngördüğü türden bir yönetici olduğunu söyler. Yani İslam Platon’un ülküsüne çok uygundur

Müslüman Sufiler ve Kabalacılar felsefeyi dinle çelişkili bulmadılar, esinleyici buldular.
10.yy şii dönemidir- smaililire, İranın zerdüşt mitoslarına başvuruyorlardı, onları platonculula kaynaştırıyorlardı.1021, Hamidüddin kirmani, İhvanüs-Safa yaşamın gizli anlamını arıyor ve matematike önem veriyorlardı.980-1037 İbni Sina hekim, mantık,fizik, matematik; İçgüdüsel tanrı bilgisinin önemiİranlı Yahya Suhreverdi İbni Sinanın öngördüğü felsefe ile tinselliği kaynaştıran işraki okullarını kurucusu oldu.

Yahudi Saadya bin Yusuf (882-942) Yahudiliğin ilk felsefi yorumunu gerçekleşmiştir hem Talmudcu hem de mutezile okulundandır. Aklın kendi gücüyle tanrı bilgisine ulaşabileceğini savunmuştur. Ve bu akılcı kavraşıyı dinsel bir görev olarak görmüştür.1026-1070 İbni Cebron: Varoluş yasalarının egemenliğini araştırır.Bahya ibn Pakuda (1080) Sezgisel bilgi
Gazali (1058-1111) şeyler kendi içlerinde nedir? Diye sorar…

Gazali Yahudileri de etkilemiştir: İspanyol filozof Joseph İbn sıddık (1143) , Sonra Toledolu doktor Juda halevi (1085-1141) Tanrının mantıkla gösterilmesinin dinsel bir değeri olmadığını önen süren bir sav yaratmıştır.

1126’da Ebul velid ibn Ahmed ibni Rüşd Batıda hem yahudi hem Müslümanlar arasında çok kabul gördü. 13. yy da İbranice ve Latinceye çevrildi. Din ile akıl arısında hiçbir çelişyki olmadığına inanıyordu.

İbni Rüsd’ün Yahudi dünyasındaki en büyük öğrencisi, Talmudçu ve filozof MAIMONIDES olarak bilinen haham Moses ibn Maimon idi. (1135-1204) ve felsefenin dinsel bilginin en gelişmiş biçimi ve Tanrı’ya giden en soylu yol olduğuna inanıyordu. Onun düşünceleri 14 yy başlarında Fransa ve İspanyada yayıldı ve bölgede bir Yahudi felsefi aydınlanması oldu. Bazıları daha hararetli akılcılardı.

Fransada Levi ben Genson (1288-1344) Tanrının dünyevi bilgileri olduğunu reddetti. Kaçınılmaz olarak tepki oluştu .

Bazı Yahudiler ise mistisizme döndüler ve esoterik Kabbala disiplinini oluşturdular. 13 ve 14 yy larda İspanya’da anti semitizmin etkisi altına giriyordu ve kaçınılmaz olarak 16 yy. da Yahudiler felsefeden uzaklaşıyor bilimsel mantıktan çok mitolojiden esinlenen yeni bir Tanrı kavramı geliştiriyorlardı.

İSLAM’IN TANRISI
MS 610 Yıllarında, Hicaz’daki işlek Mekke kendinde Kitabı Mukaddesi’i hiç okumamış ve olasılıkla Işaya ve Hezekiel’i hiç duymamış olması gereken bir Arap tüccar, onlarınkine esrarengiz biçimde çok benzeyen bir deneyim yaşar. Muhammed bin Abdullah her yıl Ramazan Ayında ailesini o dönemde geleneksel olmayan bir şekilde Hira dağına götürür ve ilk vahiyle orda karşılaşır. 610 yılının Haziran ayında, Ramazan’ın 17. gecesi Muhammed uykudan uyandı ve ilahi bir varlığın şiddetiyle sarsıldı… Muhammed, İbrani peygamberlerin “Kaddoş” ilahi adını verdiği, Tanrının korkutucu, esrarlı yüzüyle karşılaşmıştır. Durumunu, kuzeni Varaka ibn Nevfal’e danışır ki o artık bir Hiristiyandı, ve Varaka Muhammed’e Musa’nın ve peygamberlerin Tanrısından vahiy indiğini söyler. Artık Muhammed’de Arapların tanrısal elçisi olmuştu.
Muhtemelen, Muhammed , ilk vahyin gelmesinden kısa bir süre önce, Hanefilik’i benimsemişti. Muhammed bin İshak’ın (öl;767) bildirdiğine göre bu böyledir ve maddi temeli de mevcuttur. Çünkü 5. Yüzyılda Hiristiyan tarihçi Sozemenus , Suriye’deki bazı Arapların İbrahim’in özgün dini adını verdikleri dini yeniden keşfettiklerini anlatır. İbrahim daha Tevrat ve İncil gelmeden önce yaşamıştı ve dolayısı ile ne Yahudi ne de Hiristiyandı. Ve Muhammed’e inen vahiyden önce, Kureyş’den 4 kişi bu dini benimsemişlerdi. Bunlardan .biri Muhammed’in kuzeni : Ubeydullah bin Cahş; diğeri sonunda hiristiyan olan Varaka bin Nahfal ki onun ilk ruhsal hocalarındandır ve diğeri Muhammedin en yakın arkadaşı Ömer bin el Hattab’tır.

Vahiyler 23 yıllık bir sürede tamamlanır. Bu çok sancılı bir süreç olur. Muhammed vacde gelmekte, başını dizlerinin arasına düşüren bir acı duymaktadır. Muhammed bunu bilmese de, bazı Yahudi mistiklerinin bilinç düzeylerinde başka bir aşamaya geçtiklerinde benimsedikleri oturuş da budur.

Arapların bir çoğu gibi, Muhammed de Antik Arap Panteon’undaki adı sadece Tanrı anlamına gelen al-Lah adlı ilahın Yahudi ve Hiristiyanların Tanrısıyla aynı olduğuna inanmıştı. Gerçekten de Araplar, al-Lah’ın anımsanmayan bir zamandan beri putu orda olmakla birlikte, kendilerine hiçbir peygamber veya vahiy göndermemiş olduğuna üzülmekteydiler. Bütün Mekkeliler Arabistan’ın en önemli panteonu olahn Kabe ile övünüyorlar her yıl hacca geliyorlardı. MS 7. yy da. Kabe etrafında tüm savaşlar yasaktı ve orada daima ateşkes vardı.

Yahudilik veya Hiristiyanlık bölgede fazla yayılamıyordu çünkü muhtemelen Bedevilerin özgürlüklerine düşkün olmaları ve büyük güçlerin iktidarı altına girmek istememeleri buna engel oluyordu. Çünkü o dönem artık İran ve Bizans bu dinleri bölgedeki emperyal tasarılarını uygulamak için açıkça kullanıyorlardı. Bazı Arapların tek tanrıcılığın , emperyal bağlantılar dışında, daha yansız bir biçimini keşfetme girişiminde bulunduğu düşünülebilir.

Hiristiyanlık ve Yahudilik gibi, İslam’da Semitik deneyimden kaynaklanmıştı fakat OrtaDoğu’nun Helen geleneğini sürdüren merkezlerinde Yunan akılcılığı ile karşılaştı. Böylece, Yahudilik Hiristiyanlık ve İslam inançları, felsefenin değeri ve felsefenin tanrının gizemi karşısında geçerliliği konusunda farklı fakat oldukça önemli sonuçlara varacaklardı.

FİLOZOFLARIN TANRISI
Dokuzuncu yüzyıl boyunca, Araplar Yunan bilimleriyle ve felsefesiyle ilgilendiler ve sonuç, Avrupa terimleriyle, Rönesansla aydınlanma arasında bir geçiş olarak adlandırılabilecek kültürel bir verimlilik oldu.
Çoğunluğu Nasturi Hiristiyanlar olan bir çevirmenler grubu, Yunan metinlerini Arapçaya çevirerek mükemmel bir iş yaptılar. Özellikle Abbasi döneminde astronomi, simya, tıp, matematik üzerine çok büyük başarılar elde edildi. Feylozof ‘lar Yunan filozoflarının tanrısının Allah’la bir olduğuna inanıyorlardı. Yunanlı Hiristiyanlar Helenizmi çekici bulurken, Hiristiyan tanrı’sını ayırt etmişlerdi. İslam Feylezoflarsa, akılcılığın dinin en gelişmiş biçimi olduğuna inandılar.Vahiylerle sınırlanmamış, kaynağını belli bir zaman ve mekandan almayan evrensel bir din arıyorlardı.

Akılcı yöntemi Kuran’a ilk uygulayan Müslüman İbn İshak el-Kindi idi (Öl: 870) : Ona göre hakikat tekti ve filozofun görevi yüzyıllar boyunca hangi kültür veya din giysisini giyse, onu arayıp bulmaktı.

Ebu Bekr Muhammed ibn Zekeriya ir Razi (öl: 930) Platon felsefesine yaklaşmıştır. Evrenin maddesel yaratıcı etmenini aramıştır.

Türk Feylozof, Ebu Nasr el-Farabi (öl:980) Bir rönesans insanıdır. Hekimdir, müzisyendir ve bir mistiktir. İslam’ın Platon’un ideal toplumunu kurmak için çok uygun olduğunu düşünür. (Farabi, Tanrı ile Ptolemaios ‘un kürelerinin ilki olan maddi dünya arasında 10 yayılım öngörmüştü.)
10 yy. Şii’ler ve İsmaili’ler dönemidir. İsmaili’ler e göre bilim ve matematik soyutlamaları bilinci sınırlamalardan kurtarıyordu. Zerdüşt mitoslarını Platoncu düşüncelerle kaynaştırıyorlardı. Bunların da bir gök şeması vardı; ilk gök katının en yüksek küresinde Muhammed, ikinci katta Ali, ardından 7 imam sonraki kürelerde sıra ile yer alıyorlardı. Son maddi dünyaya en yakın kürede bu kutsal soyu olanaklı kılan Muhammed’in kızı, Ali’nin karısı Fatma bulunuyordu. Dolayısıyla o İslam’ın annesiydi ve tanrısal bilgelik Sophia’ya karşılık geliyordu. Ve bu parlak insanlar (Zedüşt imge menok, gökyüzü ve Platoncu imge ilk örnekler düzenindeki olaylara tekabül ediyordu)

Ve Tevil (Sözlük anlamıyla geri taşıma), adı verilen bir Kuran’ı anlama yöntemi geliştirdiler. Bu yöntemin kendilerini Muhammed’in getik’de okuduğu özgün, ilk örnek Kuran’a ve oradan Menok’da söylenene geri götüreceğine inanıyorlardı. Tevil disiplini, müzikteki armoni ile kıyaslanır, aynı anda farklı düzeylerden bir “ses” veya hadisten bir cümle duyulur gibi olur. Ve anlamak için eğitim alınır. Bu çaba eleştirel yeteneği sakinleştirir ve onu her şeyi saran sessizliğin bilincine götürür. (Tıpkı OUM hecesini saran sessizliği dinleyen bir Hindu gibi.) Ve sessizliği dinledikçe tanrı’ya ilişkin söz ve düşüncelerimizle gekçeklik arasındaki kopukluğun farkına varır… Önde gelen İsmaili düşünür Ebu yakub es Sicistani (öl: 971) açıklamasına göre, Tevil, tanrıyı anlamaya yardım eden bir disiplindir. Hamidüddin Kirmani (öl:1021) de, Tevil’i Aydınlanma aracı olarak anlatmıştır.Şii Yüzyılında, İhvanü’s Safa (Arınmış kardeşler, Basra) İsmalili görüşün bir dalıydılar. Kendilerini bilimsel araştırmalara adamışlardı. Ve yaşamın (batın) gizini araştırıyorlardı. Bilim ve mistisizmi birleştiriyorlardı. Zihnin işleyişinin farkına varmak için rakamlarla yoğunlaşarak çalışıyorlardı. Farklı rakamların ruhta farklı gizli nitelikleri ortaya koyduğunu düşünüyorlardı.Bu görüşe göre de Dünya tanrısal aklı ifade ediyordu ve insan bu kutsallığa katılabilir, akılcı güçlerini arındırarak tek’e dönebilirdi. Tanrı, Plotinos’un Tek’ine çok yakındı.

Ebu Ali İbni Sina (980-1037) Şii bir ailenin çocuğuydu. Hekimdi, mantık, fizik ve matematik hocasıydı. Ona göre akıl insanın en yüce eylemiydi. Din psikolojisi ile de ilgilenir . Platoncu yayılma şemasını peygamberlik deneyimini açıklamak için kullanır. Bir’den aşağıya doğru yayılımın 10 aşamasının her birinde , İbni Sina on saf aklın , hareket eden on Ptolemaioscu küreyi oluşturan ruh veya meleklerle birlikte , insan ve Tanrı arasında bir ara alan oluşturduğunu ileri sürer. Bu da Batıniler tarafından varsayılan ilk örnek gerçeklik dünyasına karşılık gelir… ( Sf: 241)

İranlı Filozof Yahya Suhruverdi; felsefe ile tinselliği kaynaştıran İşraki okulunun kurucusu olmuştur.

BU DÖNEMİN YAHİDİLİĞE TESİRİ
Kelam ve Felsefe disiplinleri Yahudiler arasında da benzer bir entelektüel harekete esin kaynağı olmuştur. Kendi felsefi görüşlerini Arapça yazmaya başlamışlar ve ilk kez Yahudiliğe metafizik ve kurgusal bir öğe sokmuşlardır. Yahudi feylezoflar, felsefi alanın bütünü ile uğraşmamış, genellikle dinsel konular içinde kalmışlardır. Onlar da, Tevrat’ın Tanrısını, Feylezofların Tanrısı ile uyumlamaya çalışmışlardır.

Saadya bin Yusuf (882-942) Yahudiliğin felsefi yorumunu ilk gerçekleştiren kişi olmuştur. Kendisi hem Talmudçu, hem de Mutezile okulundandır. Aklın gücüyle Tanrı bilgisine ulaşılabileceğini savunmuştur. Ancak gene de Tanrıyı insanileştirmiş, ona planlar ve niyetler yüklemiştir.

Salamon ibn Gabirol (İbni Cebron) ise yeni Platoncudur.(1026-1070) Fountain of life kitabında, yaratılış öğretisini kabul etmez.

Bahya ibn Pakuda (1080) “Duties of the Heart” adlı risalesinde akla başvurur.
GAZALİGazali (1058-1111) Horasanda doğmuştur İsmailililerin şiiliğine karşı Sünniliği savunmakla görevliydi ama yaşamı araştırmayla geçti “Şeyler kendi içinde nedir?” Kelam, imam, felsefe, sufiler olmak üzere birçok disiplinle uğraştı. Son döneminde, tanrı’nın akılla kavranamayacağına ve bunun mistik bir bilgi olduğuna, bu bilgiye nefsin yokluğu ile ulaşılacağı noktasına varmıştır.

Bu bir dönüm noktası oldu ve ondan sonra İslam bilginleri de Tanrının varlığının mantık, silim ve felsefe ile açıklanmasının mümkün olduğu konusunda kolayca varsayımlarda bulunmadılar.
Gazali Yahudiler üzerinde de etkili olmuştur.:

İspanyol filozof Josef ibn Sadık (Öl:1143) İbni sina’nın kanıtlarını kullanmakla beraber, tanrı’yı kavramanın doğal zihinsel yeteneklerin üstünde olduğunu ifade etti.
Toledo’lu doktor Juda Halevi (1085-1141) Gazali’yi yakından izledi.

Ancak felsefe gene de ölmedi;
Avrupa’da Avorroes olarak tanınan Ebu’l velid ibn Ahmet ibni Rüşd (1126-1198) hem Yahudi hem hiristiyanlar arasında bir yetke olarak kabul edildi Din ile akıl arasında hiçbir çelişki olmadığına inanıyordu ve çok etkili oldu. Ancak İslam dünyasında kabul edilmedi.
Bu arada aynı dönemde Yahya Suhreverdi ile Muhiddin el Arabi Irak ve İran’da felsefe ile mistik tinselliği bağdaştırmaya çalışmakta idiler.

Ibni Rüşd’ün Yahudi dünyasındaki en büyük öğrencisi büyük talmudcu ve filozof Maimonides olarak bilinen Haham Moses ibn Maimon’du. ‘1135-1204) (sf. 253 -257) . Maimonides Güney Fransa Ve İspanya Yahudileri arasında yayıldı ve 14. yy. da bölgede bir Yahudi aydınlanması oluştu.

Bazı Yahudiler ise mistisizme döndüler ve esoterik kabala disiplinini geliştirdiler.
Ancak 13 ve 14 yy. larda Hiristiyan fetihler , İslamın çekilmesi, anti semitizmin ispanyaya girmesi kaçınılmaz olarak İspanya Yahudiliğini yıkıma sürükledi ve 16 yy. da artık felsefeden uzaklaşarak bilimsel mantıktan çok mitolojiden esinlenen yeni bir Tanrı kavramı geliştirecekti.

HAÇLILAR (Haçlı Dini)
Batı Hiristiyanlığının haçlı dini öteki tek tanrıcı geleneklerden ayrılmıştı. 1096-99 daki ilk haçlı seferleri yeni Batının ilk işbirliği olmuştu. Yeni Roma eski rolünü geri kazanmaya çalışıyordu.

Bu sırada Hiristiyanlık :
Anglo Saksonların ve Frankların hiristiyanlığı gelişkin değildi. Bunlar saldırgan, savaşçı halklardı. Aziz George, Aziz Mercury ve Aziz Demetrius gibi savaşçı azizler onların inancında tanrıdan daha önemli bir yer tutuyordu ve pratikte pagan ilahlardan farklı değildi. İsa haçlıların federal lordu gibi görülüyordu. Ve korkunç bir vahşetle Kudüs’ü fethettiler…. Bu dönemde Yunan kiliseleriyle Latin kiliseleri arasındaki ayrımlaşma ve düşünce akımları için (Sf. 258 ve sonrasına bakabilirsin)

Bir yandan Antik Dünya Avrupa’ya geri dönüyor:Onikinci yüzyılda bazıları Haçlı seferlerini sürdürürken, Avrupalı bilim adamları da İspanya’ya doluşmuştu. Burada Müslüman bilimi ile karşılaşıyorlardı. Müslüman ve Yahudi entellektüellerin yardımı ile, engin bir hazineyi çevirme tasarısı yapılıyordu. Platon, Aristoteles, ve antik dünyanın diğer filozoflarının Arapça çevirileri şimdi Latinceye çevriliyor ve Kuzey Avrupa halklarının kullanımına ilk kez giriyordu…. Kaderin cilvesi o ki, bazı Avrupalı Hiristiyanlar yakın Doğu’da İslam ve Yahudi medeniyetinin yıkımı ile uğraşırken, İspanyadaki Müslümanlar ve Yahudiler Batı’ya kendi uygarlığını oluşturmakta yardımcı oluyorlardı.

MİSTİKLERİN TANRISI
Yahudilik, Hiristiyanlık, bunlar kadar olmasa da Müslümanlık, kişileştirilmiş bir Tanrı düşüncesi ile geliştirilmişlerdir. Bu Tanrı anlayışı bireyin kutsal ve elinden alınamaz haklarına değer verilmesine de yardımcı olmuştur. Hiristiyanlık dinsel yaşamın merkezine din tarihinde benzeri olmayan bir biçimde insani bir kişilik yerleştirmiştir. Yahudilikten devraldığı bu tutumu sonuna kadar götürmüştür. Ancak bu kişiselleştirme ağır bir sorunu da beraberinde getirmiştir. Kendi imgemizle biçimlenmiş , bizim sınırlı gereksinimlerimizin , korku ve arzularımızın yankısı olan bu Tanrı basit bir puta dönüşebiliyor, Nevrozlara, yargılamaya, mahkum etmelere esin verebiliyordu. Dolayısı ile kişilik sahibi Tanrı düşüncesi dinsel gelişimin ancak bir aşaması olarak görünmektedir. Dünya dinlerinin hepsi bu tehlikeyi sezinlemiş ve üstün gerçekliğin kisiselleştirilmesini aşmaya çalışmış gibi görünmektedir.

Yahudi kutsal metinlerini bir kabilenin olan ve kişileşmiş Yehova’nın terk edilip, inceltilerek YHVH’ye dönüşmesinin öyküsü olarak okumak mümkündür.

Tektanrılı dinler özünde mistik değil, etkin dinlerdir.,


Peygamberler mitoslara savaş açmışlardır. Oysa tektanrıcılar mistisizme döndüklerinde mitoloji, dinsel deneyimin ana aracı olarak kendini yeniden gösterir.
Mistisizm disiplinleri “Tek olana” başlangıca dönmekte ustalaşmaya ve daimi bir varoluş duygusu geliştirmeye yardımcı olur.

Bütün mistikler akıl ve zihinsel olgunluğun gerekliliğini vurgularlar. Zen ustaları da nevrotik bir kişinin tefekküre dalmasını önermezler.

Talmud bilginleri Yahudilerin daha başından beri genç insanların tam olarak olgunlaşıncaya kadar Kabala disiplinine kabul etmeyeceklerdi. Cinsel sağlığının yerinde olmasını garanti etmek için evlenmiş olması gerekiyordu.

Muhammed tanrı’nın kendisini değil, delillerini, simgelerini görmüştür.

Hindu dininde Lotus, akılcı düşüncenin sınırlarını gösterir. Tanrı görünümünün olağan dil ve düşünce deneyimlerine seslendiği hiçbir biçim yoktur. Göğe yükselme insan ruhunun en uç noktaya ulaşmasının simgesidir ve nihai anlamın eşiğini gösterir.

Bu hayali yükseliş çok yaygındır. Augustinus’un yükselişinde semitik 7 kat gök imgesi yerine Yunanlıların büyük zincir imgesi vardır. Şaman’ların Sibirya’dan Güney Amerika’ya kadar vecd deneyimlerinde hep uçuş imgesi vardır.

Mistik tanrı deneyiminin bütün inançlarda ortak noktaları vardır. Bu içsel yolculuk gerektiren öznel bir deneyimdir, zihnin imgelem bölümünce yürütülür ve bilinçli yapılır, habersizce değil. Ve ancak içsel arınma ile olur.

Muhyittin-i Arabi, Tanrı’nın kendisini insana açıklayan sevgiyle iç çekişini, dünyayı yaratan söz olarak algılamıştır. Benzer biçimde, sefirot da hem Tarnı’nın kendisine verdiği adları hem de dünyayı yaratma araçları idi.Bu on ad birlikte onun , insanlık tarafından blinmelen yüce adını oluşturuyordu.Sefirot bazen ağaç olarak da gösterilir. Bu organik imge kabalanın birliğini ifade eder. En sof’da ağacın dallarında dolaşan öz’dür.Onlara yaşam verir ve onları gizemli ve karmaşık bir gerçeklik olarak birleştirir.

AYDINLANMA
16.YÜZYILIN sona erişiyle Batı bütünüyle yeni bir toplum, yeni bir insanlık ülküsü doğuracak bir teknoloji üretimi sürecine girdi. Ve bu dünya tarihinin akışını değiştirdi. Batı tamamiyle yeni ve çözülmesi çok güç sorunlar yaratmaktaydı. Özellikle de 18. yylın kapanmasıyla, Batılılaşma idolü ve onunla birlikte laiklik kültü başladı.

Batı artık tarıma dayalı bir toplum değildi. Sürekli bir yeniden düzenleme içindeydi. Değişim kurumsallaşıyordu. Tarihte yeni bir mitos egemen oldu: İlerleme ! Bununla büyük işler başarıldı ama şimdi çevreye verdiği zarar, bize, bu yaşam biçiminin de eskisi kadar kolay incinir olduğunu gösteriyor. Belki de, yüzyıllar boyu insanlığa esin vermiş öteki mitolojilerin çoğu gibi onun da hayal ürünü olduğunu düşünmeye başladık.

Tabii Tanrı tasarımı da çağa uydurulacaktı. Aydınlanmanın çoğu üstü kapalı olarak bir Tanrı’nın varlığına inanmaya devam etti. Ve ateizm de kendini yeni bir şekilde gösterdi. Tanrı’ya inanmanın kişisel bir durum olduğunu bu yeni dünyada ilk ifade eden Pascal idi. Tanrının varlığını kanıtlamak da, akılcı olarak reddetmek de olanaksızdı. Her hiristiyan kendi başına idi bu konuda.

Descartes evrensel matematiğin, mantığa göre yalınlara ya da ilk ilkelere doğru ilerleyen deneysel yöntemini kullanarak , Tanrı’nın varlığının çözümsel bir kanıtını oluşturmaya girişti. Ama sonunda, “cogito ergo sum” ile tanrı kanıtını insan bilincinde buldu.

Newton, insanlığın tüm hakikate erişmesini olanaklı kılan bir sistem bulunduğunu ileri sürdü. Başlangıç noktası matematik değil, mekanikti. Yerçekimi her şeyi bir arada tutuyordu. Ancak Kitabı mukaddesten bahsetmedi.

Milton, Voltaire..Yeni bir akıl dini doğuyordu, yaradancılık anlamında buna Teizm denildi.
Aydınlanmanın filozofları Tanrı düşüncesini yadsımadılar, insanı sonsuz cehennemle korkutan ortodoksluğun zalim Tanrı’sını reddettiler.

TANRI ÖLDÜ MÜ?
Ondokuzuncu yy da büyük filozoflar birbiri ardından geleneksel tanrı görüşüne en azından Batı’da etkin olan Tanrı’ya meydan okumaya başladılar. Özellikle, nesnel bir varlığı olan , doğaüstü bir ilah fikri yıkılıyordu. Yüce varlık olarak Tanrı düşüncesi, batıda üstünlük kazanmış olsa da, diğer tektanrıcı geleneklerin hepsi, şu ya da bu zamanda Tanrı’yı yüce varlık yerine, “Hiçlik” olarak tanımlamanın daha doğru olduğunu öne sürdüler. Yüzyıllar boyunca batı Tanrı anlayışının bu daha yaratıcı görüşünü giderek yitirdi. Katolikler ve Protestanlar onu göksel bir diktatör gibi kabul ettiler. Ve ondokuzuncu yy. lın ateşli filozofları bu tanrı’ya ayaklanırken, geçerli nedenleri vardı. Ancak, çoğu geçmişteki diğer tektanrıcıların anlayışlarını yinelediler.
Hegel (1770-1831) Kabala’ya benzer bir felsefe geliştirdi. Yahudilik hakkında tarihi yanlış kavrayışları olmasına rağmen, Allahın aslında insanlığımızın bir boyutu olduğunu söyledi.
Schopenhauer, dünyanın işleyişinde içgüdüsel bir hayvani yaşam iradesinden başka bir şey olmadığını söylüyordu. Her şeyin bir yanılsama olduğunu kavramadan gerçekliğin yakalanamayacağını söylüyordu.

Kierkegaard, eski inançların hepsinin birer put haline geldiğini söyledi
Fuerbach, Tanrı’nın yalnızca insan yansıması olduğunu savundu
Fuerbach ve Auguste Comte Suç ve Günah tanrısından kurtulunması gerektiğine inanıyorlardı.
Karl Marks , Dini halkların afyonu olarak nitelendirdi.
Charles Lyall’in “Jeolojinin esasları”Darwin “Türlerin kökeni” kelimesi kelimesine anlaşılan İncil’in yaratılış öyküsünü yıkıyordu.

Bu arada Avrupa Yahudileri inançlarına yapılan eleştiriden etkilenmişlerdi. “Yahudilik bilimi” adını verdikleri ve Hegelci terimlerle yeniden yazılmış bir Yahudi tarihi geliştirdiler. Solomon Formstecher (1808-1889) , 1841’de yazdığı The Religion of the Spirit, adlı kitabında , Tanrı’yı bütün şeylerde bulunan bir Tin dünyası olarak tanımladı. Yahudiler yabancı bir yasa ya da papa korkusundan değil, Tanrı’yı kendi zihinleri ile ve bireysellikleri aracı ile bulmayı öğrenmişlerdi. Yahudilik bu girişimlerle, geliştirilmiş bir Tanrısal kavrama erişen ilk tek tanrılı din oldu ve tinsel bir din geliştirdi.

Müslüman yenilikçiler gibi, Yahudi Bilimi temsilcileri de tam bir akılcı inanç olarak dinlerinin şimdiki halinden endişe duyuyorlardı. Sabetay Sevi fiyaskosundan, ve Hasidizmin yükselişinden sonra bir utanç haline gelen Kabaladan da kurtulmak istiyorlardı.

Sonuç olarak 1842’de, Samuel Hirsch, The Religious Philosophy of Jews adlı kitabında, Yahudiliğin mistik boyutunu görmezden gelen ve özgürlük düşüncesine odaklanan, akılcı bir Tanrı tarihi sunan bir İsrail tarihi yazdı.

Bu arada 1841’de yayınlanan “zamanımızın şaşırmışları için klavuz” Nachman Krochmal, meslektaşları gibi mistisizmden uzak durmadı. Tanrı veya Tin’e kabalacılar gibi “hiçlik” demekten kaçınmadı, din ile felsefe arasındaki tek farkın, Hegel’in de belirtmiş olduğu gibi dinin temsili bir dil kullanırken, ötekinin kendini kavramlarla açıklaması idi.

Özgürleşmeyle gelen bu yeni güven 1881’de çar II. Nicholas’ın anti semitizmiyle ağır bir darbe yedi.

Bu dönemde Hermann Cohen (1842-1918) hala kant ve Hegel’in anti semitizmiyle uğraşıyordu. Kitabı “Museviliğin kaynaklarından Çıkan Akıl Dini” 1919’da yayınlandı.
Frans Rosenweig ise, farklı tezler için yazdı.(1886-1929) O bir varoluşçu idi.
1882’de Rusya’daki ilk Yahudi kıyımından sonra, bir grup Yahudi, Doğu Avrupadan ayrıldı, K Filistine gitti. Artık kendi ülkeleri olmadan bu yabancılaşmadan kurtulamayacaklarına inanmışlardı. Rusyadaki sosyalistler , yoldaşlarının Çar kadar antisemitik olduğunu anlamakta gecikmediler. David Ben Gurion gibi genç sosyalistler (1886-1973) bavullarını toplayıp Filistine yelken açtılar. Sosyalist ideali orada gerçekleştireceklerdi. Avusturyalı Theodor Herzl yeni bu yahudi macerasını bir sömürge girişimi olarak gördü.

Siyonizm’in kendisi laikti. Sion, Kudüs’ün antik adı idi. Dinselliklerini dönüştürmüşlerdi. Bu idealle Yahudiler, Tanrıya yönelmek yerine, kendilerini yeryüzünde gerçekleştirmenin arayışı içinde idiler.47 yaşında Siyonist olana kadar ortodoks bir yahudi ve kabalacı olan Aaron B. Gordon’un (öl:1922) yazılarına bakmak bunun için yeterlidir. Sürgünün yabancılığından kurtulmanın tek çaresi buydu.

Sosyalist siyonistler bir çığır açtılar. Bu harekete Emeğin zaferi adını verdiler. Kibbuts ları kurdular.Çalışma laik bir ibadetti. Artık siyonistler, kendileri yaratıcı idiler ve tanrıya ihtiyaçları kalmamıştı.

Tabii daha gelenekçi bir anlayışı sürdüren siyonistler de oldu. Abraham Isaac Kook (1865-1935) gibi.

Ateist siyonizm sadece bir aşama idi. Kutsal topraklara bağlılık ise daha sonra Yahudi köktendinciliğini geliştirdi.

Auschwitz dehşeti geleneksel Tanrı düşüncelerinin çoğuna bir meydan okuyuş oldu. Çoğu yahudi, kendini tarihte gösteren Kitab’ı Mukaddes’in tanrısına ilişkin olarak Weisel ile aynı şeyi söylerler: O Auschwits’de ölmüştür.

Nobel ödülü kazanan Elie Weisel “ O anlar, tanrımı, ruhumu öldürdü ve düşlerimi toza çevirdi” diye yazmıştı.

1970’lerden beri 3 büyük dinde köktendincilik Kendini göstermektedir. Ve sofuluğun bu türü Tanrı’dan uzaklaşmaktadır.

İnsanlar boşluğa ve yalnızlığa dayanamazlar. Yeni bir anlam odağı yaratmakla boşluğu dolduracaklardır. Köktendinciliğin putları TanrıTanrının yerine geçecek kadar iyi değildir…