Gökçeada..

Galiba iki yıl önce gitmiştim Gökçeada’ya. Bu garip adaya, dağa, çöle veya vahaya.. Eksik kalmıştı, anlayamamıştım onu. Ve tekrar gittim geçen hafta. Yine eksik, hep öyle kalacak anlaşılan..

Gökçeada, ada gibi olmayan bir ada. Dağlarında kırık dökük bir yaşam, deniz kıyısında sessizlik hakim süren, sürrealist bir film adeta. Terkedilmiş köylerin tek tük sakinleri, ıssız kiliseleri, göçenleri geri getiren mezarlıkları ile bildiğimiz her şeyi ters yüz eden bir dekoru hayatın.

Mutluluğun izleri sadece hüzün içinde. Yani terk edilen o güzel köylerin, Dereköy’ün, Zeytinli’nin, eski Bademli’nin ulu çınarlarında, cömert incir dallarında, nar ağaçlarında, yıkık pencerelerde, yaşlı, vefalı sakinlerinde ve kır kiliselerinde. Gökçeada’da hüzün hem süslü, hem bakımsız, adeta dibe vurmuş ama hala çekici. Anlamakta güçlük çekiyor insan!

Hizmet beklemeyin Gökçeada’da. Turizm cinsinden şeyler bulunmaz orada. Turizm yapay kalır göreceklerinizin yanında. En muhteşem butik otelleri soluk hayaletler çekip çevirir. Olduğu kadarla yetinmek zorundasınız. Zaten gerek yok fazlasına, lüks filan lazım değil aslında.

Yerlisi olmayan, geleneği kalmayan, kime ait olduğu anlaşılmayan, sahipsiz, amaçsız, gizemli bir yer Gökçeada. Restoranlar müşterileri geri çevirir, garson sizi azarlayabilir, yine de hiç ama hiç önemli değil. Adanın gerçeği bu! Ada iyimserliği, ada oynaşları bulunmaz buralarda.

Gitmesi bir dert, dönmesi başka bir dert eğer dert etmek istersen! Ama her şeye rağmen başarırsan bu yolculuğu ve küsmezsen Gökçeada’ya, açar sana gönlünü usulca.. Ve sınar seni defalarca!

Huysuz, ruhsuz, küskün, güzel mi güzel, ziyan olmuş Gökçeada. Tüm coşkularını bastırmış, saklamış küf kokan çeyiz sandığında. Kırmızı kuşakla mezara koymuşlar kadersiz gelini..

Bulmalıyım, dokunmalıyım, anlamalıyım onu. Deli rüzgarların şarkısını duymalıyım. Düğünler belirmeli o mezarlıklarda ve sofralar kurulmalı yıkık duvarların ardında..

Daima eksik, daima diri bu tad, bu özlem. Hep böyle yarım kalacak anlaşılan.