Zor zanaattir "öteki" olmak..

Nesilden nesile aktarılan bir mühürdür bu. Kimse özel olarak seçmemiştir bu kaderi ama sahip çıkmaktan başka bir yolu yoktur. Zürriyetle taşınan bir yazgı, bir emanet veya lanettir bu. Ne tutunma,  ne inkâr bir işe yarar. Nede olsa en büyük küfürdür dönmelik. Aidiyet bir yandan zorlar, ayrıksılık öte yandan, kök salmış korkular beriden. Birileri de kullanır tüm bunları. Velhasıl, zor zanaattır “öteki” olmak!

Dil duayı söyler, gönül rüyayı özler…

Ne zaman sözü açılsa, dün gibi hatırladığını söylerdi o geceyi. Ebeyi, doktoru, endişelerini, telaşla gelen konukları, tabakta yarım kalan pilavı, ertesi sabah odaya giren sarı ışığı, penceredeki perdelere varıncaya dek hepsini. Kapıda beklemişti bebeğin doğumunu. Hemen her şeyi duymuş, çok şeyi de görmüştü, kapı açılıp kapandıkça ..

Sahip olduğu hepi topu beş yaştı. “Beş” az mıydı, çok muydu, onu ve kardeşini korumaya yeter miydi, böyle şeyler aklına gelmemişti. Zaten ne bunu biliyor, ne de bilmediğini biliyordu. Daha yüzünü görmeden seviyordu bebeği ve gün geçtikçe daha fazla bağlanacaktı ona. Bir ara içi geçip uykuya dalmış olmalı ki annesinin hastaneye götürülüşüne tanık olmamıştı. Ama sabah olunca her şeyi öğrenmiş ve anneannesinin kucağında yatan minnacık kardeşini hayranlıkla seyretmişti.

Epey bir badire atlatmış olan anne kırk gün geçmeden ayağa kalkamayacaktı. Bu arada pembe dantel lizözler giyecek, şerbetler içecek ve bebeği emzirecekti. Sonra da iyileşecekti. Öyle demişlerdi. Doğruymuş, dedikleri gibi oldu.  Kırk gün, kırk gecenin ardından anne toparlandı, anneanne kendi evine döndü ve ailecek üç kardeşten dört kardeşe terfi ederek, kaldıkları yerden eski düzene devam ettiler. Bebek öyle güzel, öyle tatlıydı ki, teyze kolları sıvayıp, ilk fırsatta o da sarı bir kız doğurdu..Yenge de heveslendi ama onun emekleri boşa gitti, yine bir oğlu oldu.

Şöyle bir bakınca, geniş sayılabilecek bir aileydi. Dede ağırbaşlı, yakışıklı, heybetli bir adamdı. Anneanne şeker hastasıydı. Cılız, sessiz bir kadındı. Babaanneyle tanışmak kısmet olmamıştı. Oysa adı emanet edilmişti ona. Bir hala da genç yaşta vefat etmişti. Adı Rosa’ydı ve bütün anılarını alıp götürmüştü. Çocukların yanında konuşulmazdı böyle olaylar. Teyzelerden sadece birisi ile amca İzmir’de yaşarlardı. Annenin üç kız kardeşi ile babanın iki kız kardeşi Arjantin ve İsrail’e göç etmişlerdi. Dede hakkın rahmetine kavuşunca,  anneanneyi de yanlarına almışlardı.

Göç etmek son derece olağandı. Akrabalar, eş dost, özellikle gençler, her zaman giden birileri vardı. Göç herkesin gündeminin bir kenarında beklerdi. Bir gün mecbur kalacaklarına emindiler, gevşememeliydiler. Zaten 6-7 Eylül olaylarının üzerinden fazla bir zaman geçmemişti. Her an yeni bir piyango vurabilirdi. Hele işler bozuldu mu, hiç durmazlardı. Mukadderatı ertelemeye gerek kalmazdı. Bir de bakardınız,  pılı pırtı toplanır, birkaç ilave Isparta halısı ile bir top hasse kumaş alınır, gemilere yüklenip yola çıkılırdı. Tabii biraz da ak akçe altın saklanırdı ayakkabıların astarları içine;  kara günler, ak gelinlikler, düğünler için. Sonra da gidiş, o gidiş..

Bu şekilde göç edip İsrail’e yerleşenlerin siparişleri hiç bitmezdi. Her fırsatta ıhlamur, kekik suyu, kahve, helva, havyar, badem, gül suyu, sakız, kuru incir, nazar boncukları,  nazar tütsüsü, sedef tohumu, sinameki, hamam otu, şile bezi, tülbent, Zeki Müren plakları gibi şeyler isterlerdi. Hatta hocalardan muska, pazardan çiğ kadayıf bile sayıkladıkları olurdu.. Hepsi gönderilirdi bir bir.. En zoru orada büyüyen gençlere buradan kısmet bulmaktı ama onun da üstesinden gelirlerdi.

Anlayacağınız,  bu sipariş, kurye ve emanet işleri gayet önemli bir yer tutardı günlük hayatta. Çünkü öyle pek sık gelip gitmezdi akrabalar. Kolay değildi zaten, günlerce sürerdi vapur yolculuğu, sonra pahalıydı seyahat etmek. Öte yandan her yolcu beklentisi hadise olurdu. Evde dip bucak temizlikler başlar, badanalar yapılır, perdeler yıkanır,  yemekler, kocaman tepsiler,  kavanozlar dolusu tatlılar hazırlanır, odalar düzenlenir ve beklenirdi. Gemi denize açılınca artık heyecan doruğa çıkardı. Tüm gün bazen gece bile rıhtımda geçerdi. Simitler, boyozlar, börekler yenir, dudaklar sessizce “kazasız belasız duaları” mırıldanırdı. Sonunda gemi yanaşır, eller-kollar savrulur, çocuklar zıplar, bağırır, mendiller çıkar, gözyaşları silinir, dudaklar titrer, saçlar uçuşur, sonra da yürekler güm güm atarken, sıra gümrük badiresi adlı sırat köprüsüne gelirdi. İşte ondan çok korkulurdu, her açıdan. En az yolculuk kadar!  Nasıl bir memura rastlayacağınızı önceden bilemezdiniz. Adam aksi ise valizler didik didik aranır, askerlik sorgulanırdı!  Kadınların güvencesi iç çamaşırlarıydı. Sutyenler, kombinezonlar, korseler, naylon çoraplar ve deste deste uçkurlu aybaşı bezleri. Onların kurcalanmayacağını umar, içine bir şeyler saklarlardı.  Yine de sıklıkla fire verirlerdi gümrükte. Eve gidince öncelikle bu maceralar anlatılırdı.  Kolay değildi, gümrükte bir şey kaptırmadan geçmek için yaman zeka ve artistik yetenek gerekirdi. Bazen tasarım harikası iç cepler, bazen de tatlı dil ve cilve! Bu nedenle herkeslere anlatılmayı tamamen hak ederdi. Evet evet, bileğinin hakkıyla hem de!

Eve girince, göz ucuyla eşyalarda değişiklik var mı diye bakılır,  bir yandan da aileden haberler, selamlar sıralanırdı. Kahve içilirken hafiften dedikodular başlar,  armağanlar verilirdi. Ne gerek vardı, neden zahmet ettiniz filan muhabbeti içinde ince ayar teraziler çalışır, sessiz hesaplaşmalar devreye girerdi. Kolay değil; teyzeler, halalar, bir o kadar enişte, her birinin üçer dörder çocuğu,  eski dostlar, çocukluk arkadaşları, komşular,  hısımlar, o zamanlar henüz sağ olan dünürler,  illaki birer emanetle temsil edilirdi. Hangi hediye kime verilecek, kim kime ne göndermiş, aman karışmasın, bana bunu mu layık gördü kabilinden, bitmek tükenmek bilmez bir karmaşa ve bunalım olurdu.  Ortalık durulunca, sırası geldiğinde her birine denk surette karşılık vermek üzere paketler toplanırdı. Bu gelişin bir de dönüşü olurdu ne de olsa. Bazı eşyalar çeyiz olarak ayrılırdı. Sehpa örtüsü, gecelik, şamdan, gibi şeyler. Neyse, kavuşma sahnelerini neşeli günler, geziler, mezarlık ziyaretleri,  ağırlama sefaları,  illaki dikiş seansları, bolca alış veriş, bilmukabele hediyeleri, kuyumcu ziyaretleri,  memleket yemekleri takip ederdi. Dönerciler, keşkül, aşure satan tatlıcılar, salepçiler, lokmacılar ihya olurlardı. Çaktırmadan tüm kardeş çocukları birbiriyle mukayese edilir, kim daha güzel, kim daha akıllı, kim daha terbiyeli, becerikli, çalışkan, kim hayırlı evlat olacak, hükümler verilirdi. Bazen mutfakta bazen çarşıda fısıl fısıl konuşulan bu hassas konular öyle kesin yargılara dönüşürdü ki, ömür boyu kimse değiştiremezdi onları. Şansı olan çocuklar sevimli görünürler ve selametle atlatırlardı bu sınavı!

Teyzeler, enişteler, yeğenlerle dolu hareketli günler sonunda biterdi elbet.  Bir gün kalkıp giderlerdi işte. Salona serilen döşekler kaldırılır, temizlikler yapılır, eve sükûnet gelir ve herkes kendi odasına, karyolasına kavuşur, sofrada yeniden alıştığı yere otururdu. Samimi olarak itiraf etmek gerekir ki, misafirin gelişi kadar gidişi de güzel olurdu.

Yalnız garip bir şey vardı; eskiden yani küçükken kardeş olan büyükler,  her kavuşmada bir ölçü daha misafire dönüşürlerdi. Vazifesini layıkıyla yapmak ve ağırlama sanatı kabilinden coşkusu az, merasimi bol davranışların oranı her defasında biraz daha artardı. Hatta son yıllarda otelde kalmaktan bile söz etmeye başlamışlardı. Sanki kardeşler kavuşmuyor da,  diplomatik ziyaretler yapılıyor gibi..

Her şeye rağmen gayet düzenli mektup yazarlardı. Bayramlarda ise kart atarlardı. Telefon görüşmesi imkânsız gibi bir şeydi. Express mektup bile bir haftada gelirdi. O gün Arjantin’deki büyük haladan mavi bir zarf gelmişti. Zarf güzeldi, değişikti. Büyükler herkes iyiymiş demişlerdi okurken. Çocuklar anlamazlardı o ağdalı Arjantin lisanını.  Baba belli belirsiz iç çekmiş sonra ıslık çalarak kısa bir volta atmıştı evin içinde. Çok geçmeden bir şey yokmuş gibi yine aynı adamı olmuştu.

İşte o mektuplu günün gecesinde eve konuklar gelmişti. Mektupla alakası yoktu, her zaman birileri olurdu zaten. O vakit çocuklar ayakaltında dolaşmaz,  büyükleri rahatsız etmezlerdi. Adet olduğu üzere,  bildik bir bakış, hepsini oturma odasına gönderirdi. İtaat mutlaktı!  Çocuk-erkil aileler çağı başlamamıştı henüz. Divanın üzerinde sımsıkı bir pamuk şilte ile bordo, lacivert ve yeşil çiçek desenleriyle bezeli Sümerbank kumaşından, plili bir örtü vardı. Fitilli dikdörtgen yastıklar ile perdeler aynı kumaştandı. Hatta dikiş makinesinin örtüsü bile takımdı. O vakitler Alsancak’ta kanaviçelerin modası çoktan geçmişti. Bu dekorasyon ile doğrusu ailecek gurur duyarlardı. Zaten evdeki eski püskü antikaları da bir bir değiştirip modern mobilyalar almışlardı. Misafirler bayılırdı bu eşyalara.

Neyse işte belirli bir dekor içinde ve belirli bir zaman diliminde, öğlende mavi zarflı mektup, akşama misafir geldiğinde ve çocuklar baş başa kaldığında, yaşları muhtemelen 3-6-8 ve 12 olarak sıralanıyordu. Odada yalnız olduklarına göre, korkulu hikâyeler anlatmalarına, sirkte trapez olmak istemelerine veya evde pek sevilmeyen üzüntülü şeyleri konuşmalarına engel yoktu. Onlar hadlerini aşarak büyüklerden konuştular. Teyze, amca ve halalar artık büyüktüler. Ama muhakkak ki küçükken onlar da kardeştiler. Oynarlar, sarılırlardı birbirlerine, kavga edip barışırlardı, ayıp sözler söyleyip ceza alırlardı. Peki, büyüyünce neden dağılırlardı dünyanın her bir ucuna? Yatmadan önce babaya sordular, biz de ayrılacak mıyız bir gün diye. Babaları “sanmıyorum” dedi, yatıp uyudular dördü de. Ama baba uyuyamadı. Henüz hiçbirinin bu gerçeğe hazır olmadığını düşündü. Yahudi kaderi, er veya geç,  ayrılık ve göçtü, gayet iyi biliyordu..

Onlar, bayramlarda kocaman sofralar kurarlardı. Ve yaşlılar dua okurlardı,  vaat edilmiş topraklarda buluşmak üzerine. Ama uykuya daldıklarında tüm rüyalar doğup büyüdükleri mahallelerde geçerdi. Başka ülkelere gitmiş olanlar için bu öylesine tekrar ederdi ki, deja vu bir saplantı haline gelirdi..

Dili geçmiş, mişli geçmiş, şimdiki zaman, mazi ve ati, özde değişen bir şey yok. Bazıları için daima salınır durur gerçeklik.  Bazen çalkalanır, bazen durulur, zaman zaman devrilir batmasa da. Biteviye sorar, sen kimsin, nereye aitsin,  rüyan mısın, kitabın mısın? Düşler mi yoğurur hayatı, kutsallar mı, kardeşlik mi, mütarekeler mi? Ne bileyim işte, bazı hayatlar böyle karma karışık başlar, cemaat mezarlığında biter. Babadan oğula, anadan çocuğa geçen bir mühürdür bu. Kimse seçmemiştir bu kaderi ama sahip çıkmaktan başka çaresi yoktur.. Ne tutunma,  nede inkâr bir işe yarar. Nede olsa en büyük küfürdür dönmelik. Aidiyet bir yandan zorlar, ayrıksılık öte yandan, kök salmış korkular beriden. Hangi eksene tutunacağını bilemezsin, sürüklenir gidersin. Bakarsın, kitap bir şey yazar, dil duayı söyler, gönül rüyayı özler, birileri de kullanır tüm bunları. Velhasıl, zor zanaattır “öteki” olmak!

08.09.2007, Nina Bencoya