Yine, her zamanki gibi, çok yıllar önceydi. Dün kadar yakın, an kadar sıcak zamanlardı. Benzemediği tek şey yarınlardı. Yarın hiçlik gibidir biraz. Bazen peşinden koşulan, bazen ertelenen, amorf, belirsiz bir girdaptır (bazen). Belki de göz kamaştıran bir ışık beklenir ondan. Karşınıza çıkarsa eğer, kısılır göz bebekleri, o kadar ki, payına düşen yine karanlık olur. Yarın zordur, velhasıl…
Neyse ki, yarın yoktur aslında! O sadece bir avuntu ve teselli alanıdır. İnsanlara şans olsun diye verilmiş bir imgedir belki de. Yarın fikri hoştur yine de. İyi ki asla ulaşılmaz ona. Gelince bugün olur daima..
Özne kadın, o “dün kadar yakın, an kadar sıcak” zamanda on yedi yaşındaydı. Birkaç hafta sonra üniversiteye başlayacaktı. Hayalleri vardı, idealleri netti ve sayısı çoktu onun. Tüm bunların gerçek olmasına beş kala, hiç hesapta yok iken, karşısına beklenmedik bir dağ dikildi. Dağ dedi ki, “vatanına gitmelisin!”.
Daha ortaokuldayken mesleğini belirlemişti, başarılıydı, seçimi doğruydu, doğduğu kente, gideceği kente bayılıyordu. Renklerin, fırça darbelerinin, gölgelerin, notaların, dizelerin, sözcüklerin, yumuşacık kara kalem ucunun, çini mürekkebinin, düzlemlerin, kavislerin, hacimlerin dünyasıydı onunki. Bunlar vatandan daha mı az önemliydi?
Dediler ki, “gitme vakti!”
Ve dedi ki, “ Anladım, bu meseleyi çözümlemeliyim.”
Böyle başladı yarınlar. Böyle başladı ilk gerçek ayrılık ve yapay sorunların, biteviye bıçak sırtında seçimlerin yoldaşlığı. Büyümek gelip çatmıştı beklenmedik bir şekilde. Çabucak oldu her şey. Göz açıp kapayıncaya kadar, kendisini kutsal topraklarda buldu. Dünyanın dört bir yanından gelen gençler, deste deste geçerken gümrükten, sorgulanırken bir bir, filmlerde gördüğü toplama kamplarını anımsadı. Hiçbir alakası yoktu tabii ki. Belki de taban tabana zıttıydı ama yine de bir çağrışım kıvılcımı çakıverdi. Bilinçaltına söz geçirmek ne mümkün, karmakarışık oldu imgeler. Demedi kimselere…
Bayrammış o günler, gençleri okuldan önce bir tatil köyüne götürdüler. Uçsuz bucaksız sahil, sonbahar serinliği, çabucak kaynaşan sayısız genç vardı her ülkeden. O uzak durdu hepsinden, belirsiz bir gelecekten başka hiçbir şeyi yoktu elde avuçta. Yarın bu yaşta ağır bir yüktü! Onu ne tatil köyü, ne bungalovlardaki özgürlükler ilgilendirmiyordu. Doğup büyüdüğü kentte zaten her şeyi vardı onun. Ama dediler ki, meğer vatanı yokmuş! Anlamaya çalışıyordu..
Bir gece sahilde yürümeye çıktı yalnız. Korkmayı aklına getiremeyecek kadar gençti. Gerçi korkma özürlü kaldı daima. Gece ilerledi, o yürüdü, dalgalar kıyıya vurdu, o seyretti, zaman geçti. Genç kız düşleri kurmuyordu. Evrenle baş başa bir pusula, bir ipucu arıyordu. Sabaha karşı, uzaktan sandallar yaklaştı meşalelerle. 1, 2, 3 tane seçiliyordu. Kumsal ile sandalların uzantısı bir yerde kesiştiler. Orta yaşlı mütevazı insanlar çıktılar içinden. Ateş yaktılar, yiyecek bir şeyler çıkardılar. Onu da buyur ettiler. Hal hatır sorup yoklamaya başladılar. Kimdi, nereden gelmişti, neden gelmişti, ne yapacaktı vs vs vs. Ardından dediler ki, bu ülkenin senin hakkın olduğundan emin misin? Hastaya ilaç! O tabii ki emin değildi de bu ateşçi ve şarapçıların nereden aklına gelmişti bu soru? Ve devam ettiler, 1945 nere, 1000 nere, 800 nere, 500 nere? Bu topraklar boş muydu evvelden? İşte bu aklına hiç gelmemişti daha önce. Ama harika, şahane bir soruydu bu, bir ömre bedeldi! Başını önüne eğdi ve daha sıkı bir seyre, hatta hesaplaşmaya geçti..
Yürüdü, yürüdü, bungalovuna döndü. Sabah kahvaltıya gitmedi, bu cennet gibi yerde soğuk bir yalnızlık hissetti, nasıl açıklayacağını bilemedi, konuşabileceği kimse olmadığını düşündü.
Yakışıklı oğlanlar filan vardı. Ama onun zaten bir sevgilisi vardı memlekette. Başkası hiç de lazım değildi. Beraber kitap okurlar, renklerden, formlardan, filmlerden, romanlardan, felsefeden, her şeyden konuşurlardı birlikte. Şimdi o olsaydı yanında, daha kolay karar verirlerdi vicdanın ne emrettiğine, ne yapması gerektiğine.
Birkaç gün sonra bayram bitti ve eğitim alacakları tesise yerleşmeye gittiler. O, cesareti, korkuları, kuşkuları, valizleri, mektupları, hep birlikte okula yerleştiler. Şansına Hristiyan Araplarla paylaşılan bir kent çıkmıştı. Baklavası, burma kadayıfı, kahvesi, bakırları, bildik pazarları olan gayet “oriental” bir yerdi. İçeride bir dünya, dışarıda başka bir dünya, mektuplar, hafta sonları vs vs vs. baş edilecek gibi değildi çelişkiler. Baş edilirdi edilmesine de acaba gerekli miydi? Artık tek soru vardı aklında; “Ben nereye aitim?”
İngilizcesi gayet iyiydi. İbraniceyi de sökmeye başlamıştı. Ama ana dilini doyasıya kullanamamak yahut da şivesi bozuk kişilerle yetinmek büyük bir yoksunluğa yol açıyordu. Okulundan geçmişti, ailesinden, her şeyden vaz geçebilirdi ama bu dil konusu, sözcükler, telaffuz, diksiyon, vurgular! Bu onun duygularının diliydi ve anladı ki en değerli şeyiydi…
Ve 17 yıllık ömründe hiç halk müziği dinlememiş olan bu züppe kolejli kız, elindeki transistorlu radyonun yakaladığı tek istasyonunda gün doğarken çalınan türküleri keşfetti. Ne o gün ne de bu gün sabah uykusundan feragat edemediği halde, Nida Tüfekçi programlarının müptelası oldu da, sözlerini bile yazmaya başladı bir bir.. O dil yok muydu, işte onu içi yanmış da su bulmuş gibi içiyordu…
Yaşam böyle akıp, akamayıp giderken, günlerden bir gün, piknik yapacakları söylendi. Sınıflarda beklemeye koyuldular. Bir ara Yunanistan’dan gelen göçmenlerle, Türkiye’den gelenler arasında bir futbol sohbeti başladı. Sohbet koyulaştı, giderek gerildi, Kıbrıs meselesine doğru bir manevra yaptı ve ardından müthiş bir kavgaya dönüştü. Karşılıklı küfürler, hakaretler, dövüş, inanılacak gibi değildi..
Hava bulutluydu, gökyüzü griydi, sınıf loş, kavga sıcaktı.
Tünedi bir sıranın üzerine, önce dünyası karardı, utandı sonra zihni aydınlandı.
Saçmalıktı bütün bunlar, büyük saçmalıktı!
İzmir’den ayrılmaya, İstanbul’dan vazgeçmeye, yüreğinin dilinden, alıştığı sokaklardan, bildik tabelalardan, sinemalardan, ilkokul arkadaşlarından, dili söylemeye varmasa da sevgilisinden feragat etmeye değmezdi, hiç değmezdi.
Belki yazık olmuştu, Mimar Sinan yada GSF hayali suya düşmüştü ama hiç olmazsa, nereye ait olduğunu biliyordu artık. Daha önce hiç aklına gelmemiş olsa da önemli bir dönemeçten selametle çıkıp yolunu bulmuştu.
Zaten başka şıkkı yoktu. Bilsin veya bilmesin, herkes geldiği yere aitti.. Gerisi boştu!
Ve uçağa atladığı gibi geri döndü İzmir’e. Hiç kimse hoş geldin demedi ona. Valizini bıraktığı gibi Kemeraltı’na gitti. Kitapçıları, manifaturacıları, baharatçıları, şekercileri gezdi. İşportada satılan her şeye dokundu. Sonra çıktı İstanbul’a gitti. Giderken her ihtimale karşı gizlice kaydını yaptırdığı bir okula başladı.
Artık özgürdü, ikilem sona ermişti. Öteki izafiydi. O öteki olmamayı seçmişti. O buraya aitti, kim ne derse desin ve neye mal olursa olsun ve hatta burası ne denli kusurlu olursa olsun..
12 Mart 1971 döneminde tutuklandığı zaman onu malum konularda sorguladılar sorgulamasına da sonra Mossad ajanı olup olmadığına takıldılar. İşte bu gerçekten kara mizahtı! İnsan kendi dünyasında öteki, üveyler arasında has olabilirdi. Bunu kime anlatabilirdi ki? Zaten gerek de yoktu, anlamı da yoktu.
Ve yine pek çok dün, pek çok an ve pek çok yarınların ardından, bir gün gezmeye gitti kutsal topraklara. Kardeşi sımsıcak bir hasretle ağırladı onu. Arkadaşlarıyla tanıştırdı, onuruna gitarlar çaldılar, tütsüler yaktılar, şaraplar açtılar. Çok müzikal bir ülkedir İsrail. Amatör müziğin bu denli yaşamın içinde olması sanırım gurbet ruhuna delalet eder. İstanbul’lu Moiz, Brezilyalı Ricardo, Avusturyalı Marco, Fransız Moniq, Jozef, Tunuslu Thilda, Amerikalı Joan, Rus Vital ve birçokları… Sohbetler ettiler, müzik dinlediler, denizlere, pikniklere gittiler beraber. Ricardo bir gün, neden buraya gelmediğini sordu. O da neden geleyim diye yine soruyla yanıt verdi. Ricardo düşündü. Evet dedi, galiba anladım. Ben Arjantinde iken, gelip burada evlenmeyi hayal ederdim. Sabra’da çocuklarım olmasını. Ama 35’ ime geldim ve hala evlenemedim. Anladım ki, ancak Arjantin’li bir kadınla hayatı paylaşabilirim. Anladım ki, çocuklarım İspanyolca konuşamazlarsa, annemin pişirdiği yemekleri bilmezlerse, onlara kendimi yabancı hissederim. Ve Ricardo yıllar sonra Arjantinli bir kızla evlendi.
Başından üç ayrı evlilik geçmiş olan bir başkası dedi ki yazdığı mektupta; “Hayatımın en büyük fantezisi neydi diye sorarsan, ana dilimi konuşacağım bir sevgilim olmasıydı ama ne yazık ki hiç kısmet olmadı. Buraya geldiğimde çok küçüktüm, şimdi ise yaşlandım. Biliyorum bu hayalim asla gerçek olamayacak.”
Ablasının ikiz torunları vardı. Ancak beş yaşındaydılar. Biri dedi ki, sen neden bizim yanımıza gelmiyorsun? O dedi ki, orada bir evim var, dostlarım, anılarım var, düzenim var. Diğeri kardeşine çıkıştı; “Sen teyzemi kuş mu zannettin, insanlar evlerinde yaşarlar..” Beş yaşındaydı, zihni henüz özgür ve berraktı..
29 Kasım 2007