JOHN ZERZAN
1944 Doğumlu
Stanford Üniversitesi Siyasal Bilimler Fak.
San Francisco Eyalet Üniversitesi Tarih Bölümü
John Zerzan’ın GELECEKTEKİ İLKEL adlı kitabından ALINTILAR:
Antropoloji ve arkeoloji alanlarında son yirmi yıl içinde gerçekleşen köklü dönüşümlerden hareket eden Zerzan, bugün pençesinde kıvrandığımız yabancılaşmanın kökeninin, avcı-toplayıcı yaşam tarzının sona ermesinden sonra ortaya çıkan tarımla birlikte başlayan uygarlığa dayandırmaktadır. Zerzan’a göre, evcilleştirme, tarım ve uygarlık öncesi yaşam, aslında doğayla özdeşleşmenin duygusal bilgeliğin, cinsel eşitliğin ve sağlığın hüküm sürdüğü bir yaşamdı; rahipler, krallar ve patronlar tarafından köleleştirilmeden önce, neredeyse iki buçuk milyon yıl süren bütünlüklü ve özgür bir yaşam vardı. Ne var ki, Üst Paleolitik çağda, yani günümüzden yalnızca on bin yıl önce, adeta ani bir patlamayla başlayan uygarlık, bu özgür yaşamı yok ederek, önce doğanın, ardından da bizzat insanın tahakküm altına alınmasına yol açmıştır.
Zerzan uygarlığı bir felaket olarak değerlendirmektedir. Bugüne kadar ‘uygarlaşan insanlığın evrensel değerleri’ olarak görülen evcilleştirme, tarım, işbölümü, sanat, zaman bilinci, dil, yazı, sayı sistemi ve bir bütün olarak sembolik kültür, Zerzan’a göre, esiri olduğumuz çağdaş tahakkümün temel bileşenleridir. Bu yüzden, uygarlık kökten reddedilmediği sürece özgürleşmek mümkün değildir.
Kitabın ilk kısmında yer alan makaleler
Gelecekteki İlkel
Zamanın Başlangıcı, Zamanın Sonu
Dil: Kökeni ve Anlamı
Sayı: Kökeni ve Evrimi
Tarım
Gerçeklik Sanata Karşı
Tonalite ve Totalite
Kitleselleşen Sıkıntı Psikolojisi
Postmodernizm Felaketi
Önsözden
Yanlışı nerede, ne zaman, nasıl yaptık? İçinde bulunduğumuz genel durum kötüleştikçe, bizler de giderek daha fazla olguyu sorgulamaya başlıyoruz. Artık dayanılmaz bir düzeye ulaşmış olan toplumsal koşullar, sorunların kaynağını görebilmek için çok daha derinlere bakmamızı gerektiriyor.
Global mücadele günlerinin yenilgiye uğramasından sonra bir kısmımız, yavaş yavaş 60’lı yıllardaki yükselişin sınırlılığını fark etmeye başladık. Sisteme yönelik eleştirilerimizin yeterince derin olmadığını daha iyi anladık. Devrim olgusunu sorgulamaya başladığım 70’li yıllarla birlikte sanayileşmenin kökeni ve teknolojinin doğası üzerine yoğunlaşan tarih çalışmalarına başladım. Modern tarih üzerine yaptığım çalışmalar, 80 li yıllardan sonra yerini giderek antropolojik çalışmalara bıraktı. İşte bu dönemde yabancılaşmanın ve uygarlığın kökenlerine inerek, zaman-dil-sayılar-sanat ve tarım üzerinde yoğunlaşmaya başladım.
Gelecekteki İlkel
“Arkeolojinin amacı yalnızca geçmişi yorumlamak değildir; aynı zamanda, geçmişin yorumlanış tarzını günümüzdeki toplumun yeniden inşasına hizmet edecek şekilde değiştirmektir.” Oysa böylesi bir yeniden inşa için gerekli olan derin ve kapsamlı görüyü, bizzat sosyal bilimler engellemektedir. Çağdaş yaşamın getirdiği mutsuzluk, bu yaşamı meşrulaştırmak üzere sıralanan resmi yalanları gözler önüne sermekte ve böylece, insanın gelişimi hakkında çok daha gerçekçi bir tablo ortaya çıkmaktadır
Richard Lee ve Marshall Sahlins gibi akademisyenlerin çalışmalarıyla antropolojik ortodoksluk son derece köklü bir dönüşüme uğrayarak, yepyeni kavrayışlara kaynaklık etti. Evcilleşme ve tarım öncesi yaşamın, ağırlıklı olarak doğayla özdeşleşme, duyusal bilgelik, cinsel eşitlik ve sağlığın hüküm sürdüğü bir yaşam olduğunu ancak şimdi öğrenebiliyoruz. Evet, insan doğamız iki milyon yıl boyunca böyleydi; ta ki, rahipler, krallar ve patronlar tarafından köleleştirilinceye kadar.
Bilinen en eski insan yapımı aletler D. Afrikada Hadar’da bulunan taş aletlerdir. 3.1 Milyon yıllık olmaları olasıdır. John Gowlett’a (51) göre, Homo sapiens’ten önceki – sadece 30.000 yıl öncesi – eksiksiz insan zekâsının neredeyse Homo türleriyle birlikte ortaya çıktığını gösteren buluntulardır.
Thomas Wynn,(52) Aşölyen el baltası yapımının “tamamen modern yetişkinlerinkine benzeyen bir zekâ düzeyini” gerektirdiği yargısında bulunur.
Gowlett da tıpkı Wynn gibi, düzenli bir ardışıklıkla ve yöntemlerin değiştirilmesine imkân veren bir esneklikle, doğru çekiç kullanımı, doğru güç ve doğru vuruş açısı için gerekli olan “işlemsel düşünme” üzerinde durmaktadır. Gowlett, el becerisi, yoğunlaşma, biçimi üç boyutlu olarak algılama ve planlamaya gerek olduğunu ve bu gereksinimlerin “iki milyon yıl gibi uzunca bir süre önce, ilk insanların ortak özelliği olduğunu” iddia eder.
Binford’un incelemeleri, 200.000 yıl öncesine kadar kayda değer bir avcılık yapıldığına dair kuşkularını dile getiriyor. Zihlman’a göre avcılık evrimde görece geç ortaya çıkmıştır.
Ateşin kullanımı aşağı yukarı iki milyon yıl öncesine gitmektedir;(48) Poirier’nin(49) de ima ettiği gibi, insanlığın ana yurdu olan Afrika’nın tropikal koşulları olmasaydı, ateş belki de çok daha erken bir dönemde ortaya çıkabilirdi. Böceklerden korunmak üzere mağaralarda yakılan ateş ve zemin ısıtması, ateş kullanımının mükemmelleştiğine işaret etmektedir(50) ki bu konfor Paleolitik çağın çok erken bir döneminde ortaya çıkmaktadır.
Paleolitik çağda uzun bir zaman dilimi boyunca teknolojide sadece birkaç küçük değişiklik oldu. 2,5 milyon yılı aşkın bir süre boyunca taş alet kullanımında ölçülen yenilik hemen hemen sıfırdı. Tarih öncesi zeka hakkında bildiklerimizi hesaba kattığımızda böylesi bir durgunluk pek çok sosyal bilimcinin canını sıkmaktadır.
Oysa işbölümü evcilleştirme ve sembolik kültür; besbelli ki yakın zamana kadar açıkça reddedilmişti. İnsanların uygarlıktan önceki yetenekleri veri alındığında, o insanların çok önceden kültüre karşı doğayı seçtiklerini söylemek daha doğru olacaktır.
Gowlett üst paleolitik çağla ilgili şöyle bir gözlemde bulunuyor; Uzmanlaşmış bitki toplayıcılığına ve uzmanlaşmış avcılığa 15.000 yıl önce Ortadoğu’da rastlamaya başlıyoruz.
Dilin ne zaman ortaya çıktığı konusunda ise henüz bir fikir birliğine ulaşılmış değildir. Bununla birlikte, Üst paleolitik çağdaki kültürel patlamadan önce konuşmaya ilişkin herhangi bir bulguya rastlanmamıştır. Dil, modern öncesi bireyin açık olduğu imge ve duygu fırtınalarına ket vurarak, dizginleyici bir etmen olma ve yaşamı daha büyük bir denetime tabi kılma işlevini görmüş olmalıdır.
Doğanın evcilleştirilmesi ya da terbiye edilmesinden duyulan hoşnutsuzluğun başlangıcı, yabanılın ritüel aracılığı ile kültürel düzenlenişinde görülmektedir.
Besbelli ki, dişinin vahşi veya tehlikeli bir kültürel kategori olarak değerlendirilmesi de bu dönemden itibaren başlamıştır. Ayinsel Venüs heykelcikleri 25.000 yıl önce ortaya çıkmıştır ve kadınların temsil ve kontrol amacıyla yapılan en eski sembolik benzeyişlerini örneklemektedir.
Daha somut olmak gerekirse, yabanıllığın boyun eğişi büyük memeli hayvanlara yönelik ilk sistematik avcılıkla birlikte başladı; Ritüel ise bu faaliyetin tümleyici bir parçasıydı. Ritüelin Üst Paleolitik’teki icadının, kültür yapısına muazzam yayılma itimini veren anahtar olabileceğini söyleyen” Goldschmidt(70) haklı görünüyor.
Şamanik bir faaliyet olarak ritüel, tüm insanların, bugün bizim duyumlar üstü olarak sınıflandırabileceğimiz bir bilinç düzeyini paylaştıkları bir yaşamdan gerileme olarak değerlendirilebilir.(75) Bir zamanlar komünal olan bu algı zirvelerine artık yalnızca uzmanlar ulaştıklarını iddia ettiklerinde, işbölümündeki gerilemeler daha da kolaylaşıp hızlanmıştır. Ritüel aracılığıyla büyük mutluluğa geri dönüş, diğer sevinçlerle birlikte ölçülebilir zamanın da yok oluşunu vaat eden evrensel bir mitik temadır. Bu tema, ritüelin sahte bir şekilde doldurmaya çalıştığı bir boşluğun varlığına işaret etmektedir; tıpkı sembolik kültürün genel olarak yaptığı gibi.
Duyguların düzenlenmesine yarayan bir araç, kültürel yöneliş ve dizginlenmenin bir yöntemi olarak ritüel, dışavurumun bir biçimi olan sanatı ortaya çıkardı.(76) Gans’e(77) göre, “çeşitli seküler sanat türlerinin ritüelden türemiş olduğu, kuşkuya hemen hemen hiç yer bırakmamaktadır.”
“Sanat ve din, aynı şekilde, tatmin olmamış arzulardan doğmuştur” diyen La Barbe(78) bence haklıdır.
İnsanların, doğa içinde diğer yabanıl türlerle dengeli bir şekilde yaşadığı iki milyon yıllık bir yaşamdan sonra, tarım, yaşam tarzımızı ve uyarlanma biçimimizi eşi görülmemiş bir değişikliğe uğrattı. Daha önce hiçbir tür, böylesine radikal, hızlı ve köklü bir değişikliğe uğramamıştı.(83) Dil, ritüel ve sanat aracılığıyla yapılan öz evcilleştirme, akabinde, bitkilerin ve hayvanların evcilleştirilmesinde esin kaynağı oldu. Sadece 10.000 yıl gibi kısa bir süre önce ortaya çıkan çiftçilik çabucak zafer kazandı; çünkü kontrol, tam da doğası gereği, yoğunlaşmaya yol açar. Üretim arzusu bir kez ortaya çıktıktan sonra, daha yetkin bir şekilde uygulandıkça daha verimli olmaya ve böylece daha baskın ve daha uyarlayıcı olmaya başladı.
Tarım, yüksek boyutlara erişen işbölümünü mümkün kılar, toplumsal hiyerarşinin maddi temellerini kurar ve çevresel yıkıma yol açar. Rahipler, krallar, ağır çalışma koşulları, cinsel eşitsizlik ve savaş, tarımın doğrudan özgül sonuçlarından sadece bir kaçıdır.
Tarımın diğer sonuçlarından biri de sayının icadı oldu; Oysa sayı, ekinlerin, hayvanların ve tarımın belirleyici özelliklerinden biri olan toprağın, mülkiyet konusu olmadığı dönemlerde tamamen gereksizdi. Sayının gelişimi, doğayı egemen olunacak bir varlık olarak görme tutkusunu daha da körükledi.
Evcilleşme, ilk ticari işlemler ve politik yönetim için yazıyı da gerektiriyordu.(90) Levi-Strauss,(91) ikna edici bir biçimde, yazılı iletişimin başlıca işlevinin, sömürünün ve baskının kolaylaştırılması olduğunu, yazı olmaksızın kentlerin ve imparatorlukların ortaya çıkamayacağını söylemiştir.
O denli uzun süren tarım öncesi insanlık durumunun kendiliğindenliğinin, hazzının ve keşif duygusunun yerini alan uygarlığın zaferiyle birlikte, itaat, tekrar ve düzen anahtar haline geldi.
En yaygın söylencelerden birine göre, bir zamanlar, huzurun ve mutluluğun hüküm sürdüğü bir Altın Çağ vardı; sonra bir şey oldu ve bu saf ve hoş yaşam ortadan kalkarak yerini sıkıntılara ve acılara bıraktı. İsmi Aden veya her ne olursa olsun, burası, eski avcı-toplayıcı atalarımızın yaşadığı yerdi ve düş kırıklığına uğramış toprak işçilerinin yitik özgürlüklerine ve rahatlarına olan özlemini ifade etmektedir.
Vaneigem’in(104) de belirttiği gibi, evcilleşmemiş olanlar, yalnızca mevcut anın bütünsel [total] olabileceğini bilirler. Bu ise, onların, bizimle kıyaslanamayacak bir şekilde, çok daha büyük bir dolayımsızlık, yoğunluk ve tutkuyla yaşadıkları anlamına gelir. Mbutiler,(105) “mevcut anın doyurucu bir şekilde yaşanmasıyla, geçmişin ve geleceğin, kendi başlarının çaresine bakacağına” inanırlar. İlkel insanlar anılarla yaşamazlar ve genellikle doğum günleri ve yaşlarını ölçme gibi konularla ilgilenmezler.(106) Gelecek konusunda ise, henüz var olmayanı kontrol altına almaya pek hevesli değildirler, tıpkı doğayı egemenlik altına alma niyetinde olmadıkları gibi. Onların, doğal dünyanın değişkenliğine ve akışına an be an katılışları, mevsimlerin farkında olmalarına engel değildir, ama bu, mevcut anı onlardan çalan yabancılaşmış bir zaman bilincine dönüşmez.
Herhangi bir toplumdaki hakimiyet, doğanın evcilleştirilmesinden bağımsız değildir. Öte yandan, toplayıcı-avcı toplumlarda, insan ile insan olmayan varlıklar arasında keskin bir hiyerarşi bulunmaz;(139) benzer şekilde, toplayıcılar arasındaki ilişkiler de hiyerarşik değildir. Evcilleşmeyenler, tipik bir tarzda, avladıkları hayvanları kendileriyle eşit kabul ederler; son derece eşitlikçi olan bu ilişki, evcilleşmenin başlamasıyla birlikte sona ermektedir.
Turnbull, Mbuti insanları ile orman arasındaki yakın dostlukta, Mbutilerin sanki ormanla sevişirmiş gibi dans edişlerinden söz etmiştir. Eşitlerden oluşan bir yaşamın koynunda bunların hiçbiri soyutlama değildir; tıpkı, “onlar ormanla dans ediyorlardı, ayla dans ediyorlardı” diyen Turnbull’ün bu sözlerinde herhangi bir soyutlamanın olmayışı gibi.
Bitkiler ve hayvanlar gibi, kadınlar da, tarımın başlamasıyla birlikte evcilleştirilmeye tabi kılınmaktadır. Temellerini yeni düzenle sağlamlaştıran kültür, içgüdünün, özgürlüğün ve cinselliğin koşulsuz boyun eğdirilişini gerektirir. Her türlü düzensizlik ortadan kaldırılmalı, doğanın gücü ve kendiliğindenlik sıkı bir şekilde denetim altına alınmalıdır. Kadınların yaratıcılığı ve cinsel kişilikler olarak temel varlığı, yerini, tüm köylü dinlerinde ifade edilen, erkelerin ve besinin bereketli kaynağı Büyük Ana rolüne bırakmaya zorlanmaktadır.
Sahlins(227) belagatli bir şekilde şöyle demişti: “Dünyanın en ilkel insanları sadece birkaç şeye sahiptir, ama yoksul değildir. Yoksulluk ne malın mülkün az oluşu, ne de sadece amaçlarla araçlar arasındaki bir ilişkidir; yoksulluk her şeyden önce insanlar arasındaki bir ilişki biçimidir. Toplumsal bir statüdür. Ve bu haliyle de, uygarlığın bir icadıdır.”
Sembolik kültürün ve işbölümünün ortaya çıkışıyla birlikte, anlayışlılığın, bütünlüğün hüküm sürdüğü bir yaşamdan koparak, bizi ilerleme öğretisinin tam göbeğindeki hiçliğe getiren son derece yanlış bir yöne saptık. Kendisi boş olan ve her şeyin içini boşaltan evcilleşme mantığı, her şeyi kontrol etme arzusuyla birlikte, geri kalan her şeyi harabeye çeviren uygarlığın yıkıntılarını artık gözümüzün içine sokmaktadır. Doğanın tali olduğu varsayımı, kısa bir süre sonra tüm yeryüzünü yaşanamaz hale getirecek olan kültürel sistemlerin tahakkümünü mümkün kılmaktadır.
Zamanın Başlangıcı, Zamanın Sonu
Kendinden menkul zaman anlayışı sosyal yaşamın ilk yalanı olmuştur. Başka türlü söylemek gerekirse, insan doğadan kopmadan önce zaman diye bir şey yoktu. Bu can alıcı şeyleşme – zamanın başlangıcı – İlk Günah’ı; yani yabancılaşmanın ve tarihin başlangıcını teşkil eder.
Topluluktan yola çıkıp uygarlığa varan akışın kendisi de zamana dayandırılmaktadır. Zaman teknolojinin temel dili ve tahakkümün ruhudur..
Zaman denilen nesneleşme ve onun akışının şimdiye dek hiç kimse tarafından tatminkâr bir şekilde tanımlanmaması, konunun bir hayli karmaşık olmasından kaynaklanıyor olmalıdır.
“Tarih doğanın inkârıdır”(7) diyen Marcuse, neredeyse insanı insan olmaktan çıkaran ve giderek daha da hızlanan bu ilerleyişi iyi yakalamıştır.
Açıktır ki, zamansal mesafe davetsiz bir misafir gibi insan aklına girmeden önce, özne ile nesne arasında tamamen farklı bir ilişki vardır.
Sadece birkaç örnek vermek gerekirse, “Kaybedilmiş Cennet” anıları, sonraki varoluşun yakımını talep eden bir eskatologya ile birlikte, Taocu Altın Çağ düşüncesinde, Roma’daki Kronia ve Saturnalia bayramlarında, Yunanlıların Elizyum’unda ve Hıristiyanlık’taki Cennet Bahçesi ile Cennetten Kovulma söylencesinde rahatlıkla görülebilir (ki muhtemelen bu düşünceler, efendisiz bir toplumdaki eski mutluluğun yitirilişini konu alan Sümer ağıtlarından kaynaklanmaktadır).
Zamanın ortaya çıkışıyla birlikte yitirilen bu Cennetvari varoluş;
Zamanın Cennetten Kavulma’nın getirdiği bir uğursuzluk,
Tarihin ise İlk Günah’ın sonuçlarından biri olduğunu göstermektedir.
Freud’un tekrar tekrar işaret ettiği gibi, özü yabancılaşma olan uygarlığın, ilk çağlardaki bu zaman dışı ve üretken olmayan mutluluğu ortadan kaldırması gerekiyordu.(37)
Nilsson’a göre, “uygarlaşmış antik halklar, tam anlamıyla geliştirilmiş bir zaman hesaplama sistemiyle tarih sahnesine çıkarlar,”(46) Thompson’a göre ise, “takvimin yapısı, uygarlığın yapısına temel teşkil eder.”(47)
Babil’liler günü 12 saate, İbraniler haftayı 7 güne böldü ve kısmen de olsa yeniden başlangıç noktasına dönme iddiasında olan eski döngüsel zaman anlayışı, adım adım, çizgisel doğrultuda ilerleyen bir zaman anlayışına boyun eğdi.
Öykümüze tekrar devam etmek gerekirse, zamana yönelik direnişin izleri Yunan uygarlığına dek bile gitmektedir. Gerçekten de, Sokrates’te, Platon’da ve sistematik felsefenin öne çıktığı dönemde bile, zamanın dizginleri henüz tamamen serbest bırakılmamıştı; çünkü zaman dışı ilk çağların “unutuluşu” hâlâ bilgeliğe ve kurtuluşa giden yolda önemli bir engel olarak değerlendiriliyordu.(49)
“Romalılar da, Yunanlılardan ve Babilllilerden daha az olmayacak ölçüde, zamandaki döngüsel tekrara işaret eden çeşitli anlayışları terk etmemişlerdir…”(51)
Ne var ki, Yahudilik ve Hıristiyanlık’la birlikte, zaman son derece belirgin bir şekilde keskinleşerek çizgisel bir ilerlemeye dönüştü. Radikal bir kopuş söz konusuydu ve zamanın ivediliği insanlığı ele geçiriyordu. Bu kopuşun standart özellikleri, hiç de rastlantısal olmayacak biçimde, tarihin en feci anlarından birinde, yani antik dünya ile Roma’nın çöktüğü bir dönemde, Augustin tarafından özetlenmiştir.(52)
Geri dönülmez bir biçimde zaman içinde ilerleyen tekil bir insanlık tablosunu tasavvur eden Augustin, açıkça döngüsel zamana saldırmıştır; yaklaşık olarak İ.S. 400 yıllarında ortaya çıkan bu yaklaşım, kayda değer ilk tarih teorisidir.
Kilise, zamanın ölçülmesine katılan ve zamana göre düzenlenmiş bir yaşam tarzını dayatan ilk güç olmuş ve bu projesini katı bir şekilde uygulamaya devam etmiştir.(54) Bu yüzden, vurmalı ve yelkovanlı saatin Papa II. Sylvester tarafından 1000 yılında icat edilmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Özellikle Benediktin tarikatı, Coulton, Sombart, Mumford ve diğer tarihçiler tarafından, modern kapitalizmin ilk kurucusu olarak değerlendirilmiştir. İktidarlarının zirvesinde oldukları Ortaçağ’da yaklaşık olarak kırk bin manastırı yöneten Benediktin papazları, insanları “saatinde” çalışmaya zorlamakla, insan yaşamının bir makinanın doğal olmayan ritimlerinin boyunduruğu altına girmesine yardım etmişlerdir. Bu ise, saatin yalnızca zamanı gösteren basit bir araç olmadığını, ama aynı zamanda insan eylemini eşzamanlı hale getiren bir araç olduğunu göstermektedir.(55)
1300′lü yıllara gelindiğinde, niceliği artan resmi zaman, modern yaşamı tahakküm altına alma talebiyle gelip kapıya dayanmıştı; o noktadan itibaren zaman tamamen soyutlanarak, anlarda ve bölümlerden oluşan tekdüze bir birimler silsilesine dönüşüyordu. Tüm kaçış yollarını tutan teknoloji tarafından, söz konusu yüz yılın başlarında üretilen ilk mekanik saat, nitel bakımdan yepyeni bir tutsaklık çağını temsil ediyor ve böylece zamansal öğeler doğadan tamamen kopuyordu.
Avrupa çağında yayılan çeşitli kullanım tarzlarına ek olarak, 1345 yılı civarında kamusal zamanlama ortaya çıktı ve ardından bir saatin altmış dakikaya, bir dakikanın da altmış saniyeye bölünmesi yaygınlaştı.(56)
Lilley, “Orta Çağda üretilen en komplike makinaların mekanik saatler olduğunu”(65) belirtirken, Mumford, “modern endüstriyel çağın kilit aletinin buhar makinası değil, saat olduğu” sonucuna varmıştır.(66)
Marx da makina sanayisinin ilk temelini burada görmüştür; “Saat, pratik amaçlara uygulanan ilk otomatik makinadır ve düzenli devinime dayalı üretim sisteminin genel teorisi saat üzerine inşa edilmiştir.”(67)
Bir başka şaşırtıcı çakışma da, 15. yüzyıl ortalarında, Gutenberg’in matbaa makinasında basılan takvimin bilinen ilk basılı belge olmasıdır (takvim İncil’den bile önce basılmıştır).
Ayrıca, 15. yüzyılda Bohemya’da patlak veren Taborites ayaklanması ve 16. yüzyıl başlarında Münster’de gerçekleşen Anabaptist ayaklanması türünden binyılcı başkaldırıların, mekanik saatlerin yaygınlaşmasına ve mükemmelleşmesine denk düşmesi de dikkate değer bir olgudur.
Peter Breughel’in The Triumph of Time (Zamanın Zaferi, 1574) adlı eserinde betimlenen pek çok nesne ve düşünceye modern saat figürü hakimdir.
Yukarıda değindiğimiz bu zafer, büyük bir uzamsal tutkuyu alevlendirerek, bazı ganimetleri de beraberinde getirdi; yerkürenin dört bir yanına düzenlenen seferler ve geniş kara parçalarının aniden keşfedilmesi bu ganimetin bir göstergesidir. Ancak en az bunun kadar gerçek olan bir diğer olgu da, Charles Newman’ın deyimiyle, söz konusu dönemden başlayarak “dünyanın ilerlemeci bir mantıkla gözden çıkarılması” olmuştur.(68)
Rönesansın zirvesinde, sıra dışı el yazmalarını ve klasik antikiteleri arayıp bulma çabası, bir bakıma, böylesine güçlenmiş bir zamana karşı koyma arzusunu ifade eder. Ne var ki bu savaşın sonu artık tayin edilmiş ve soyut zaman, yaşamın çehresi ve yeni çerçevesi haline gelmişti.
Modernitenin doğa üzerindeki tahakkümünü ilk kez ilan eden Bacon ile;
Descartes’ın, “doğa üzerindeki emperyalist denetimi öngören ve ifadesini modern bilimde bulan”(69) maîtres et possesseurs de la nature (doğanın efendiler ve sahipleri) biçimindeki formülasyonuyla;
Ve de Galileo ve söz konusu yüzyılda gerçekleştirilen bilimsel devrimler silsilesi ile yaşam ve doğa basit bir niceliğe dönüşmüş, biriciklik gücünü kaybetmiş ve bundan kısa bir süre sonra da, dünyayı saat gibi işleyen bir mekanizmaya benzeten Newtoncu imge galibiyetini ilan etmişti.
Şair Ciro di Pers, saatin zamanı azalttığını ve yaşamı kısalttığını fark etmişti.
Octavia Paz şu sonuca varmıştır; “Teknolojinin hızını mümkün kılan şey, modern zamanın ortaya çıkışıydı.”(73) Mutlak zamana ve uzama dayalı ünlü Newtoncu evren saçmalığı ile çatışan Einstein ve Minkowski de zaman karşıtı bir bağlamı savunmuştur.
Bilim zamana karşı gösterilen direnişi en azından iki fenomenle popülerliğe kavuşturdu; şu veya bu ölçüde kara delikler, zaman eğrilikleri, uzay zamanının tuhaflıkları türünden fiziksel teorilerden doğan zaman karşıtı anlayışlara gösterilen yaygın rağbet ile; John McPhee’nin Basin and Range (Havza ve Menzil, 1981) adlı eserinde olduğu gibi, sözüm ona jeolojik öykülerdeki “derin zaman”a gösterilen rahatlatıcı rağbet., William Morris’in News From Nowhere (Hiçbiryerden Haberler) aslı eserinden kısa bir alıntı yaparak sözü bağlamaktır: “Efendilik bir gün dostluğa dönüştüğünde, günümüzün tüm şaşmaz özdeyişlerine rağmen, yine de koca bir dünyaya yetecek kadar zaman kalacaktır geriye.”(110)
Sayı: Kökeni ve Evrimi
Zaman ve dil şüphe uyandırmaya başlamıştır; ne yazık ki sayı da artık “masum” görünmüyor. Teknolojik uygarlık içindeki yabancılaşma, kendini, artık sayının özünü gizleyemeyecek ölçüde acıyla göstermekte ve matematik, teknolojinin şeması olarak karşımıza çıkmaktadır.
Adeta harabeye çevrilmiş bir yaşamın “sebebini” bulup ortaya çıkarmak üzere acaba ne kadar derine inmeli, ne kadar geriye gitmeliyiz? Hiç de zorunlu olmayan düğümlenmiş bir acı yumağı ve burnumuzun dibine dek sokulan tahakküm, aman vermeyen bir güncelliğin getirdiği baskıyla, adeta bir çorap söküğü gibi çözülmektedir.
Sayının ne tür sorulara verilmiş bir cevap olduğunu sorduğumuzda ve nicel olanın anlamı ya da ortaya çıkış nedenleri üzerinde durmaya çalıştığımızda, bir kez daha, doğal varoluşumuzdan koptuğumuz o can alıcı döneme bakmış oluyoruz.
Belirli bir mantık veya yöntem türünün kaynağı olarak matematik, bilimsel bilginin yalnızca basit bir aygıtı değil, aynı zamanda bu bilginin amacıdır; mükemmel bir şekilde kesin olmak, kendi içinde mükemmel bir tutarlılığa sahip olmak ve mükemmel bir şekilde genel olmak.
Kesinlik içermeyen dünyanın iç içe geçmişliği ve özgünlüğü kimin umurunda; hiç kimsenin hiçbir zaman, birbirine tıpatıp benzemeyen iki yaprak, iki ağaç, iki bulut, iki hayvan görmemiş olması ve iki anın bir biriyle hiçbir şekilde özdeş olmaması kimin umurunda.[1]
İleriki sayfalarda sayının “antropolojisini” yapmaya ve onun sosyal kökenini keşfetmeye çalışacağım. Horkheimer ve Adorno, hastalığın kaynağına işaret eder: “Bilimin tümdengelimci biçimi ile hiyerarşiyi ve baskıyı yansıtır…
Yaşamın ve anlamın sembolleştirilmesi en kapsamlı biçimde dilde gerçekleşmektedir; Wittgenstein’ın daha sonraki yaklaşımına göre, dünya neredeyse tamamen bu sembolleşmeden ibaret hale gelmektedir. Max Black’e göre matematik “tüm sembolik sistemlerin grameridir.”[8]
Düşüncenin şeyleşmiş, ritüelleşmiş biçimi olan matematik, düşünmeden tamamen vazgeçiş anlamına gelir.
Boas şu sonuca varmıştır; “sayma, ancak nesnelere, özgünlüklerinden geriye hiçbir iz bırakmayacak ölçüde genelleştirilmiş bir yapı atfedildiği zaman gerekli hale gelir.”[19]
.
Uzaklaşma ve ayrım matematiğin özünü teşkil eder; bu ise, başlangıçta birer bütün olarak algıladığımız şekillerin, durumların ve ilişkilerin gelişigüzel bir şekilde daraltılması anlamına gelir.[28]
Şeylerin ölçülmesi ve ağırlıklarının tartılması, mülkiyet haklarının ve otorite karşısında üstlenilen görevlerin tanımlanmasıyla birlikte sonradan ortaya çıkan bir gelişmedir
Çalışmanın gerekliliği (Marx) ve baskının gerekliliği (Freud) aynı şeyi ifade eder; uygarlığı. Freud, bilimsel ve matematiksel başarıları, uygarlığın zirvesi olarak över; uygarlığın sembolik doğasının işlevleri dikkate alındığında, bu, geçerliliği olabilecek bir yaklaşımdır. “Nevrotik süreç, en değerli insani mirasımız için ödediğimiz bedeldir; bu değerli miras, deneyimlerimizi ifade etmek ya da düşüncelerimizi iletmek üzere sembolleri kullanma yeteneğimizdir.”[46]
İ.Ö. beşinci yüzyıl tarihçisi Herodot, matematiğin kökenini, vergilendirme maksadıyla toprağın ölçülmesini gerekli gören Mısır Kralı Sesostris’e (İ.Ö. 1300) dayandırmıştır.[47]
Sesostris’in Mısır’ından muhtemelen 2000 yıl önce ortaya çıkmasına rağmen, sistemli matematik – özellikle de, kelime anlamı “toprağın ölçülmesi” olan geometri – gerçekten de siyasal ekonominin ihtiyaçlarından doğmuştur.
Neolitik uygarlıkla birlikte oluşmaya başlayan yiyecek fazlalığı, uzmanlaşmış bir rahipler ve yöneticiler sınıfının ortaya çıkmasına yol açmış ve bu sınıf İ.Ö. 3200 dolaylarında alfabeyi, matematiği, yazıyı ve takvimi geliştirmişti.[48]
Sümerlerdeki ilk matematiksel hesaplar, İ.Ö. 3500 ile 3000 arasında ortaya çıkmış ve envanterler, satış senetleri, anlaşmalar, birim fiyatları, satın alınan birimler ve faiz ödemeleri türünden işlemleri kapsamıştır.[49]
Bernal şöyle der; “matematik veya en azından aritmetik yazıdan bile önce ortaya çıkmıştır.”[50]
Sayı sembolleri büyük bir ihtimalle, en antik yazım biçimlerinin tüm diğer öğelerinden daha eskidir.[51]
Bu aşamada, doğa ve insanlık üzerindeki tahakküm yalnızca matematik veya yazı tarafından değil, aynı zamanda etrafı duvarla çevrilen tahıl ambarı şehirler, savaş insan köleler tarafından da yansıtılmıştır. “
Mısırlılar ve Babilliler için matematiksel figürlerin somut dayanakları vardı; cebirler ticari işlemlerin yardımcı öğesi, dikdörtgen belli bir biçime sahip olan bir toprak parçası olarak değerlendiriliyordu.
Şu veya bu ölçüde Yunan matematiğinin kurucusu olan Pisagor (İ.Ö. 6. yüzyıl) eşi benzeri bulunmayan bu soyut çılgınlığı tamamen kesin terimlerle ifade etmiştir. Pisagor’a göre, sayılar sabit ve sonsuzdur. Adeta Platoncu idealizmin habercisi olan Pisagor, sayıların, evrenin kapılarını açan anahtar olduğunu belirtir.
Aşırı bir armoni ve düzen arayışı içinde olan matematiksel felsefenin bu biçimi, belirsizlik ve kaostan duyulan derin bir korku olarak değerlendirebileceği gibi, Yunan toplumunun dayandığı kitlesel ve belki de istikrarsız baskının dolaylı itirafı olarak da görülebilir. Yunan heykel sanatındaki figürler standardize edilmiş idealleştirmeyi temsil eder; ayrıca, göklere çıkarılmış bir matematik kültüyle kurulan paralellik de gözden kaçmıyor.
Platon’un temel vaadi olan, düşüncelerin bağımsız varoluşu ilkesi, doğrudan Pisagor’dan alınmışır; tıpkı Platoncu düşünce teorisinin bir bütün olarak matematiğin özgün karakterini izlemesi gibi. Platon öğretisinde geometri, bedenden ayrılmış aklın kullanım alanından başka bir şey değildir ve bu tanım onun başka bir görüşüyle karakteristik bir benzerlik oluşturmaktadır; Platon’a göre gerçeklik, özdekliğin, tüm önemli hususlarda saf dışı bırakıldığı bir biçimler dünyasıdır. Öyleyse, kendi Akademi’sinin kapısında “sadece geometricilerin girmesine izin verilmesini” söyleyen Platon’un bu sözleri hiç de tesadüfi değildir.
Platon’dan yaklaşık yüz yıl sonra, İ.Ö. üçüncü yüzyılda Euclid tarafından sistemleştirilen matematik, neredeyse iki bin yıl boyunca aşılamayacak bir zirveye ulaştı; sonradan gelen köle merkezli feodal toplumların hamiliğini yapan akıl ustası, Platon değil, onu, Pisagorcu bir tarzla bilimi matematiğe indirgemekle suçlayan Aristo oldu.[58]
Neredeyse Rönesansın sonlarına dek süren uzunca bir dönem boyunca matematikte herhangi bir gelişmenin kaydedilmemiş olması, bir sır olarak kalmaya devam ediyor. Ancak on ikinci ve on üçüncü yüzyıllara gelindiğinde, giderek artan ticaret, nicellik sanatını yeniden canlandırmaya başladı.[59] Yeni ticari kapitalizmin muhasebe bürosundaki kişiliksizleştirici düzen, soyut ölçüm üzerindeki yenilenmiş yoğunlaşmayı yansıtıyordu.
On beşinci yüzyılın sonlarına gelindiğinde, Platon’un düşünceleri giderek daha fazla ilgi görmeye başlamış[64] ve Rönesansta Tanrı matematiksel nitelikler kazanmıştı.
On üçüncü yüzyılda, katı bir matematiksel ışık bilgisine ulaşılması için çaba harcayan Roger Bacon gibi tipik olmayan diğer öncelleri saymazsak, matematiğin her türlü sanata uygulanması gerektiğini savunan Rönesans inancı, sayının on yedinci yüzyılda kazandığı görkemli zaferin mütevazi başlangıcıydı.
Kopernik’ten, güneşi merkez olarak kabul eden modele geçişi tamamlayan Kepler, gerçek dünyayı, yalnızca nicel farklılıklardan oluşan bir yer olarak görmüştür; dünyadaki farklılıklar katı bir şekilde sayının farklılıklarıdır.[66]
Bacon, (yaklaşık 1620′lerde) The New Atlantis (Yeni Atlantis) adlı eserinde, temel amacı doğanın tahakkümü altına alınması olan idealize edilmiş bilimsel bir toplumu betimlemiştir;
Jaspers tarafından da belirtildiği gibi, “Doğanın efendisi olan… ‘bilgi iktidardır’” sözü, Bacon’dan itibaren bir parola haline gelmiştir.[67]
Nicel yabancılaşmanın tüm önceki biçimlerini daha da derinleştiren ve böylece teknolojik bir gelecek taslağı çizenler arasında daha üstün bir yere sahip olan Galileo ve Descartes’ın yüzyılı, işbölümünde yaşanan nitel bir sıçrayışla başladı.
Franz Borkenau, Batının dünya görüşünde neden on yedinci yüzyılda böylesine köklü bir değişim yaşandığı, neden tamamen matematiksel, mekanik bir yaklaşımın benimsendiği konusuna çarpıcı bir açılım getirmiştir. Borkenau’ya göre, 1600′lerden itibaren işbölümünde ortaya çıkan muazzam genişleme, soyut çalışma gibi tuhaf bir nosyon yaratmıştır.[68] Nitekim, insan etkinliğindeki bu şeyleşme bir dönüm noktası anlamına geldi.
İkinci Dünya Savaşı ve Auschwitz toplama kampından birkaç yıl önce yazan Husserl, çağdaş krizin kökenini bu şeyleştirici indirgemeye dayandırmış ve Galileo’yu da söz konusu şeyleşmenin mimari olarak değerlendirmiştir. Galileo tarafından başlatılan “doğanın matematikleştirilmesi”[70] ilerledikçe, gerçek dünya da bilim tarafından “değersizleştirilmiştir”; hiç de küçümsenmeyek bir suçlamadır bu.
Kepler için olduğu kadar Galileo için de matematik, “modern bilimsel yöntemi oluşturan yeni felsefi söylemin temel grameri olmuştur.”[71] Galileo, “ölçülebilir olanı ölçme ve henüz ölçülebilir olmayanı ölçülebilir hale getirme”[72] ilkesini açıkça telaffuz etmiştir. Böylece Galileo, soyut matematiksel ilişkiler dünyasını, gerçek dünyanın yerine geçiren ve duyunun gerçekliği bilme hakkını mutlakçı yöntemlerle bastıran Pisagorcu-Platoncu yaklaşımı yeniden canlandırmıştır.
Gillispie şöyle der; “Galileo’dan sonra bilim bir daha asla insani olamamıştır.”[74]
Descartes’ın modern felsefenin kurucusu olarak bilinmesini sağlayan şey dünyanın, insanlar ile doğal dünya arasında köklü bir ayrışma yaratacak bir temelde düzenlendiğini savunan ve şöyle ya da böyle baskın bir dünya görüşü haline gelmeyi beceren tezidir. İfadesini ünlü cogito, ergo sum (düşünüyorum, öyleyse varım) deyiminde bulan bu yeni sistemin kuruluşu, bilimsel kesinliğin akıl ile gerçekliğin geri kalan kısmı arasına ayrım koyması anlamına gelmektedir.[76]
Bu dualizm, doğanın tamamen şeyleştirilmiş bir nesne olarak görülmesini sağlayan yabancılaşmış bir yöntemin geliştirilmesine yol açmıştır. Descartes, Discourse on Method (Yöntem Üzerine Söylev) aslı çalışmasında, bilimin amacının “bizi doğanın efendisi ve sahibi yapmak” olduğunu ilan eder.[77]
Descartes’a göre, maddi evren bir makinadan başka bir şey değildi; tıpkı hayvanların “sürekli ve düzenli bir devinime endekslenen birer motor veya cisimden başka bir şey olmamaları” gibi.[78]
Zamanın ayrı, bağımsız bir süreç olduğu yanılsamasının tam da geçerlilik kazandığı bir dönemde Descartes, evrenin kendisini devasa bir saat düzeneği olarak görmüştür.
Yine aynı dönemde, canlı, cıvıl cıvıl doğanın ölmesi ve sermaye ile pazarın organik döngüsel süreç niteliği kazanmasıyla birlikte, donuk ve ölü bir nesne olan para, yaşamı ifade etme noktasına geldi.[79]
Son olarak, Descartes’ın matematiksel vizyonu, her tür karmaşık, kaotik ve canlı unsuru saf dışı ederek, baskın bir mekanik dünya görüşünün ortaya çıkmasına öncülük etti; bu mekanik dünya görüşü, merkezi hükümet denetimine ve gücün modern ulus-devlet olarak yoğunlaşmasına yönelik eğilimlerle aynı zamana raslamaktadır.
Descartes’ın öldüğü yıl olan 1650′ye gelindiğinde, matematik Avrupa’nın her yerinde, neredeyse düşüncenin resmi çerçevesi haline gelmişti.
Descartes’ın hemen hemen çağdaşı olan Leibniz, onun çalışmalarını daha da genişleterek rafine hale getirdi; ayrıca Leibnizin yaşamda gördüğü “kurumlaşmamış armoni” soy olarak Pisagor’dan gelmedir. Leibniz’in iki bağımsız saat düzeneğine benzeterek betimlediği bu matematiksel armoni, akla onun ünlü sözünü getirmektedir; “Sayıdan kurtulabilecek hiçbir şey yoktur.”[81] Aynı zamanda, daha yaygın bir şekilde bilinen “Vakit nakittir”[82] deyiminden de sorumlu olan Leibniz, tıpkı Galileo ve Descartes gibi, saatlerin tasarımına yoğun bir ilgi göstermiştir.
Leibniz’in kurduğu ikili aritmetik, bir yaratılış imgesini anımsatıyordu; bir rakamının Tanrıyı, sıfır rakamının ise boşluğu temsil ettiğini tasavvur eden Leibniz, birliğin ve sıfırın tüm sayıları ve her türlü varlığı ifade ettiğini düşünmüştür.[83] Leibniz biçimsel bir hesap aracılığıyla düşünceyi mekanikleştirmeye çalışmış ve fazlasıyla iyimse bir eda ile bu projesinin beş yıl içinde tamamlanacağını umut etmiştir. Leibniz’in görev olarak üstlendiği bu çalışma, ahlâk ve metafizik sorunları da dahil olmak üzere, her türlü soruna çare bulacaktı. Ölü doğan bu çabasına rağmen Leibniz belki de, matematik teorisini, matematiğin evrensel bir sembolik dil olduğu olgusuna dayandıran ilk kişi oldu; şüphe yok ki Leibniz, “matematiksel sembolizmin gerçek niteliği hakkında net bir kavrayışa ulaşan ilk önemli modern düşünür olmuştur.”[84]
Nicel gerçeklik modelini daha da geliştiren kişi, insan ruhunu, iradesini, beynini ve arzularını mekanik bir devinim düzeyine indirgeyen ve böylece düşünmeyi, bir bilgisayara benzeyen beynin “çıktısı” olarak gören bugünkü anlayışın oluşmasında önemli katkıları olan Kraliyet yanlısı İngiliz Hobbes oldu.
Bugün esiri olduğumuz şeyleşmiş zaman projesini tamamlayan kişi ise, Galileocu-Kartezyen düşüncenin saat düzeneğine benzettiği evrenin işleyişini haritalara döken Isaac Newton olmuştur. Cinsel enerjiyi çalışmanın duygusuzlaştırılmasına kanalize etmeye çalışan, tamamen bastırılmış Puriten yaklaşımın ürünü olan Newton, “hiçbir dışsal faktöre bağlı olmaksızın değişmez bir şekilde akan” mutlak zamandan söz etmiştir.[85]
Galileo’nun öldüğü yıl olan 1642′de doğan Newton, mükemmel bir makinaya ve kusursuz şekilde işleyen bir saate benzettiği doğanın matematiksel formülasyonunu gerçekleştirerek, on yedinci yüzyıldaki Bilimsel Devrim’e damgasını vurmuştur.
“On yedinci yüzyıldaki bilim tarihi, neredeyse Platon ile Pisagor’un rüyalarını gerçekleştirmiş gibi görünüyor” diyen Whitehead, söz konusu yüzyılda nicel düşünme tarzının şaşırtıcı bir şekilde rafine edildiğine dikkat çeker.[86] Bu dönemin, işbölümündeki yeni bir hamleye denk düşmesi yine dikkat çekici bir gelişmedir;
On yedinci yüzyıl ortalarındaki İngiltere’yi tanımlayan Hill şöyle der; “… çarpıcı bir uzmanlaşma oluşmaya başlamıştı. Son büyük bilgeler teker teker yok oluyordu…”[87] Gerçekten de köylülerin şarkıları ve dansları yavaş yavaş ölüyor ve mutlak bir matematikleştirme sonucunda, ortak topraklar bölünerek etrafları çitle çevriliyordu.
Descartes hayvanların acıyı hissedemeyeceğini, çünkü hayvanların ruhsuz olduklarını ve insaın tam olarak bir makine olmadığını, çünkü insanın ruha sahip olduğunu savunurken, Le Mettrie, 1747′de bu yolu sonuna kadar katederek, L’Homme Machine (Makine İnsan) adlı eserinde insanı tamamen mekanik bir varlığa dönüştürmüştür.
Öte yandan, Bach’ın on sekizinci yüzyılın ilk yarısındaki büyük başarıları da, önceki yüzyılda dizginlerinden boşalan matematiğin ruhuna ışık tutmuş ve kültürün bu ruhla biçimlendirilmesine yardımcı olmuştur. Bach’ın fazlasıyla soyut olan müziğinden söz edilirken, onun “Tanrı ile matematik diliyle konuştuğu” söylenmiştir.[88] Bu dönemde bireysel ses bağımsızlığını kaybetmiş ve ses tonu artık söylenen bir şarkı olarak değil, mekanik bir kavram olarak anlaşılmaya başlanmıştır.
Yüzyılın sonlarına doğru Kant, belirli bir teoride ancak matematikteki kadar gerçek bilim bulunabileceğini belirtiyor ve Critique of Pure Reason (Saf Aklın Eleştirisi) aslı eserinin önemli bir bölümünü, geometri ve aritmetiğin en temel ilkeleri üzerine yapılan analize ayırıyordu.[90]
Öte yandan, doğayı bir makina olarak gören bu yeni anlayış, 1800′lü yılların başlangıcında, Romantik şair ve sanatçıların direnişiyle karşılaşmıştır. Örneğin Blake, Goethe ve John Constable, Sanayi Devrimiyle birlikte organik yaşamı ihlâl etme kudretini açık bir şekilde ortaya koyan bilimi, dünyayı bir saat düzeneğine dönüştürmekle suçlamışlardır..
. On dokuzuncu yüzyıl sonlarında, “bir şeyi ölçmediğimiz sürece onu tam olarak anlayamayacağımızı” iddia eden Lord Kelvin’in bu sözleri, sayı sistemine duyulan güvenin göklere çıkarılmasından başka bir anlama gelmez.[98] Ayrıca yine aynı dönemde, Frederick Taylor’ın Bilmsel Yönetim teorisi, endüstriyel iş yönetiminin sınırlarını daha da genişleterek, bireyi Newtoncu zaman ve uzay kategorilerine hapsedecek bir noktaya ulaşmak üzereydi.
Newtoncu zaman ve uzay kategorilerini ele alan Capra, 1905 ile 1920′li yıllar arasında geliştirilen görelilik ve kuantum fiziği teorilerinin, “Kartezyen dünya görüşü ve Newtoncu mekaniğin tüm temel ilkelerini paramparça ettiğini” iddia eder.[99]
Gödel ile onun Tarski ve Church gibi yakın ardılları tarafından da ikna edici bir şekilde ortaya konulduğu gibi, “dünya hakkındaki her türlü bilgi sistemi, temelden yarımdır, sonsuz bir şekilde yenilenmeye tabidir ve öyle de kalmalıdır.”[102]
Bilginin işlenmesi günümüzün başlıca ekonomik etkinliği iken, bilginin kendisi bir meta haline gelmektedir.[109] Bu gelişmeler büyük ölçüde, Shannon tarafından 1940′lı yılların sonlarında geliştirilen bilgi teorisinin temel ilkelerini yansıtmaktadır; “bilginin üretilmesi ve iletilmesi nicel bir şekilde tanımlanabilir.”[110]
Gerçekten de, 60′lı yılların ortalarına gelindiğinde, birkaç ünlü düşünür daha o yıllarda, insan ile Makine arasındaki ayrımın ortadan kalkmak üzere olduğunu belirtmiş ve bunu olumlu bir adım olarak değerlendirmişti. Örneğin Mazlish gayet dolambaşsız bir yorumda bulunmuştu: “İnsan kendisi ile makinalar arasındaki mesafeyi tarihe gömmenin eşiğine gelmiştir… Artık hiçbir insanı makinasız düşünemeyiz… Daha da önemlisi, bu değişim… sanayileşmiş bir dünyayı uyumlu bir şekilde kabul edişimiz açısından vazgeçilmez bir önem taşımaktadır.”[113]
1980′li yılların sonuna gelindiğinde ise, düşünmenin makinayı kişileştirmesi öylesine istenilen bir düzeye gelmişti ki, Minsky gibi Yapay Zekâ uzmanları, embol manipülasyonu yaoan beyni, “etten yapılmış bir bilgisayar” olarak tanımlayacak kadar ileri gidiyorlardı.[114] Hobbes’u anımsatan bilişsel psikoloji, Turing’in 1950′deki öngörüsü üzerinden geçen on yıllar boyunca, neredeyse tümüyle ölçmeyi esas alan bir düşünce modeline dayandırılma noktasına geldi.[115]
Heidegger, Batılı düşünme tarzında, matematiksel bilimlerle birleşmeyi hedefleyen içselleştirilmiş bir eğilim bulunduğunu fark etmiş ve bilimi, “gerçek araştırma ruhunu uyandırma kabiliyeti olmayan, tersine bu ruhu hadım eden” bir olgu olarak değerlendirmiştir.[116]
Bugün, bilimin meyvelerinin, insan yaşamını tamamen ortadan kaldırmakla tehdit ettiği, ölmekte olan kapitalizmin her şeyi kendisiyle birlikte mezara götürecek bir kudrete sahip olduğu bir çağda yaşıyoruz. Öyleyse, bu karabasanın gerçek kaynağını keşfetmeye her zamankinden çok daha fazla ihtiyacımız var.
Dünya ve onun düşüncesinin, tamamen matematikleştirilip anlamsız hale getirilen bir düzeye eriştiği (akla hemen Levi-Strauss ve Chomsky geliyor) ve bilgisayarlara duygu hatta bizzat yaşam yetisinin atfedildiği[117] bu çağda, sayı kavramının kökenleri de dahil olmak üzere, sayfalardır anlattığım bu anlamsız yolculuğun başlangıcına yeniden göz atmamız gerekmektedir. Bizi ve insanlığımızı kurtaracak şey belki de böyle bir araştırmada saklıdır.
Dil: Kökeni ve Anlamı
Levy-Bruhl, Durkheim ve diğerlerine göre, “ilkel akıl” ile bizim aklımız arasındaki temel ve beliryici fark, ilkel aklın deneyim anından kopmayışıdır; Levi-Strauss’un da belirttiği gibi, “yaban akıl bütünleştirir”.
Bu orijinal bütünlüğün parçalanmaya mahkûm olduğu, insanileşmenin yolunun yabancılaşmadan geçtiği ve bilinçlenmenin de buna bağlı olduğu düşüncesi, elbette yüzlerce yıldır bize dayatılan anlayışın ürünüdür.
Tıpkı Hegel’in “zorunlu yabancılaşma” olarak tanımladığı nesneleşmiş zamanın, bilincin temel koşulu olarak kabul edilmesi gibi, dil de aynı ölçüde ve aynı sakatlıkla bilincin başlıca gerekliliklerinden biri olarak değerlendirilmiştir.
İdeolojinin temeli olarak değerlendirebileceğimiz dil, tıpkı kendinden menkul zaman anlayışı gibi, doğadan keskin bir kopuşu temsil eder.
Dil uygarlığın kökeni ve onun yabancılaşmış doğasının vazgeçilmez kuralıdır. İdeolojinin paradigması olarak dil, uygarlığın sürebilmesi için gerekli olan her türlü meşruiyetin kaynağıdır.
Bu bölümde, en geniş anlamında yola çıkarak dil üzerinde duracağım. Nietzsche’den yapacağım kısa bir alıntıyla dilin özü olan anlayıştan başlamak istiyorum; “kelimeler şeyleri eksilterek duygusuzlaştırır; kelimeler kişiliksizleştirir; kelimeler, olağandışı olanı olağanlaştırır.”
Dil sorununa yüzeysel bir şekilde yaklaşan daha önceki yazarlar, (satranç oynama, beste yapma ve araç kullanma gibi karşı örneklere rağmen) sözsüz düşüncenin imkânsız olduğunu iddia etmişlerdir.
Felsefeciler dil sorununu giderek artan bir ilgiyle ele alma noktasına geliyor; örneğin Gadamer şöyle diyor: “Açıkça söylemek gerekirse, dilin doğası, üzerinde derinlemesine düşünülmesi gereken en gizemli sorunlardan biridir.”
.
Yabancılaşmanın zırhı olan ideoloji, kaynağı sistematik bir yanlış bilinçte yatan bir tahakküm biçimidir. Gerek ideoloji gerekse de dil, iki kutup arasında işleyen çarpıtılmış bir iletişim sistemidir ve sembolleştirmeye dayanmaktadır. Dil, tıpkı ideoloji gibi, sembolleştirici gücü aracılığıyla, yapay ayrımlar ve nesneleştirmeler yaratır. Bu yapaylığı mümkün kılan şey, öznenin fiziksel dünyadaki katılımının arka plana itilmesi ve en sonunda da bu katılımın silikleştirilmesidir.
İdeolojinin, aktiften pasife, birlikten ayrıma doğru ilerleyen mantığını yansıtan bir diğer olgu da, fiil kullanımındaki genel düşüştür.
İdeolojinin paradigması olarak değerlendirilen dil, aynı zamanda algının başlıca düzenleyicisi olarak da kabul edilmelidir. Ünlü dilbilimci Sapir tarafından da belirtildiği gibi, “sosyal gerçekliğin” kavraması bakımından insanlar tamamen dilin insafına terk edilmişlerdir.
Bir başka ünlü antropolog ve dilbilimci olan Whorf; Dil kullanmak demek kişinin kendisini, o dilin doğasına zaten içkin olan algı biçimleriyle sınırlandırması demektir. Dilin biricik ifade biçimi olduğu ve buna rağmen her şeyi kendi içinde kalıba döktüğü olgusu, bizi doğrudan ideolojinin özüne götürmektedir.
George Steiner şu sonuca varmıştır: “İnsan konuşması, açığa çıkardığından çok daha fazla şeyi gizler; tanımladığından çok daha fazla şeyi muğlaklaştırır; ilişkilendiridiğinden çok daha fazla şeyi birbirinden koparır.”13
Dilin yapısı bakımından konuya yaklaşıldığında, “konuşma özgürlüğü” diye bir şeyin söz konusu olamayacağı gayet açıktır; zira gramer, içimizdeki görünmeyen hapishanenin görünmeyen “düşünce denetleyicisidir”. Dile geçişle birlikte, daha baştan kendimizi özgürlüğün olmadığı bir dünyaya mahkûm etmiş oluyoruz.
Asıl sorun şudur; Nasıl oldu da sözcükler birer işaret olarak kabul edilme noktasına geldi? Keza, ilk sembol nasıl ortaya çıktı?. Dilin kökeni üzerine yapılan on bini aşkın çalışma arasındaki en güncel çalışmalarda bile, bu konudaki teorik çelişkilerin insanı afallatan bir düzeyde olduğu itiraf edilmektedir. Dilden daha önemli hiçbir kültürel fenomen bulunmadığı gibi, kendi kökeni hakkında böylesine az bilgi sunan başka bir gelişme de yoktur. Öyleyse Bernard Campbell’in şu saptaması hiç de şaşırtıcı olmasa gerek; “Dilin nasıl ya da ne zaman ortaya çıktığını hiçbir şekilde bilmiyoruz ve hiçbir zaman da bilmeyeceğiz.
Bana kalırsa, çağdaş dilbilimci E.H. Sturtevant’ın yaklaşımı çok daha akla yatkındır; Sturtevant’a göre, her türlü niyet ve duygu, mimik, bakış veya ses tarafından gayri iradi olarak ifade edildiği için, dil gibi iradi bir iletişim, yalan söyleme veya aldatma amacıyla yaratılmış olmalıdır.
Dil ile ideoloji arasındaki uyum dikkate alındığında, bir insanın, konuştuğu andan itibaren artık ayrı bir insan olduğu açıktır. Konuşma, insanlık ile doğa arasındaki özgün birliği bozmaya başlayan kırılma noktasıdır; ve bu kırılma noktası aynı zamanda işbölümünün başlangıcına rastlamaktadır.
İdeolojik bilincin, işbölümüne geçişle birlikte yükseldiği Marx tarafından da kabul edilmiştir; Marx’a göre dil, “üretici emeğin” başlıca paradigmasıdır. Ne var ki, uygarlığın ilerlemesi doğrultusunda atılan her adım, artı emek anlamına gelmiş ve üretici emek ya da çalışmanın özü olan yabancılaşma süreci, dil aracılığıyla gerçekleştirilerek ilerletilmiştir.
Dil, duyguları bastırmak amacıyla ayrıntılandırılmıştır; uygarlığın temel kurallarından biri olarak dil, Eros’un boyunduruk altına alınmasını ve uygarlığın özü gereği içgüdülerin bastırılmasını ifade eder.
Neo-Freudcu Lacan, bilinçaltının her şeyden önce, dile geçişle birlikte ortaya çıkan baskı tarafından biçimlendirildiğini iddia etmiştir. Böylece Lacan’a göre bilinçaltı “aynen bir dilin yapısını” andırmaktadır ve geleneksel Freudcu anlamda içgüdüsel ya da sembolik olarak değil, linguistik bir şekilde işlemektedir.33
Dilin kökeni sorununu mecazi bir düzlemde ele alma bakımından, Babil Kulesi efsanesi üzerinde durmak ilginç olabilir. Russel Fraser tarafından da belirtildiği gibi, Babil Kulesi’nin çöküşü, benzer şekilde, “insanın tarihsel zaman içindeki yalıtılmışlığını” ifade eder. Norman O. Brown’a göre ise, “cennetten kovulanlar dilin tuzağına düşmüştür.”
Eski Ahit’in bir başka bölümünde ise, dilin temel özelliklerinden biri olan isimlendirme hakkında kutsal bir yorum yapılmış ve şeyleri isimlendirme nosyonunun bir tahakküm eylemi olduğu belirtilmiştir. Yaratılış efsanesinde geçen ve “Adem her canlı varlığa nasıl seslendiyse, bu o varlığın adı oldu” cümlesinden söz ediyorum.
Böyle bir düşünce, doğrudan doğruya, doğanın tahakküm altına alınması için gerekli olan linguistik bileşenlere tekabül etmektedir.
Dufrenne tarafından da formüle edildiği gibi, insanı şeylerin efendisi yapan olgu, şeylerin ilk defa insan tarafından isimlendirilmiş olmasıdır.
Spengler da benzer bir sonuca varmıştır; “Bir şeyi herhangi bir isimle isimlendirmek, o şey üzerinde iktidar sahibi olmak demektir.”
Bu açıdan bakıldığında, insanlığın önce dünyadan ayrılması ardından da dünyayı fethetmesi süreci, dünyanın insanlık tarafından isimlendirilmesiyle başlamaktadır. Tanrının tahakkümünü temsil eden bir put olarak Logos’un kendisi bile ilk isimlendirmede rol oynamıştır. Bu anlayış Yuhanna İncili’ndeki ünlü pasajda da görülmektedir: “Başlangıçta Söz vardı, ve Söz Tanrı ile birlikteydi, ve Söz Tanrı’ydı.”
Dilin kökeni sorununa yeniden eğilmek gerekirse, dil sorunu uygarlığa ilişkin bir sorundur.
İlk yazılar, vergi kayıtlarını, kanunları ve emeği köleleştiren anlaşma metinlerini içermektedir. Böylesine nesnelleşmiş bir tahakküm, şüphesiz siyasal ekonominin pratik ihtiyaçlarından kaynaklanıyordu.
Giderek artan harf ve tablet kullanımı kısa süre içinde, yöneticilerin yeni iktidar ve fetih zirvelerine ulaşmalarını sağladı; bunun en açık örneklerinden biri, Babilli Hammurabi’nin başında olduğu yeni yönetim biçimiydi.
Levi-Strauss tarafından da belirtildiği gibi, yazının “insanlığın aydınlanmasından ziyade sömürüyü desteklediği anlaşılıyor…
Dil böylesine can alıcı bir noktada, önce hiyeroglif ve ideografik yazım tarzıyla ardından da fonetiğe dayalı alfabetik yazım tarzıyla, temsilin temsili haline gelmektedir. Sözcüklerden hecelere, oradan da nihayet bir alfabedeki harflere varan sembolleştirme süreci, artık karşısında hiçbir şekilde direnilemeyecek bir düzen ve denetim anlayışını dayatmıştır. Ve yazının olanaklı hale getirdiği şeyleşmeyle birlikte, dil artık konuşan bir özneye veya topluluk söylemine bağılı değildir, tersine her özneyi dışlayabileceği özerk bir alan yaratmaktadır.
Çağdaş dünyada ise, sanatın öncülerinin, dilin yarattığı hapishaneye karşı en azından jest kabilinden çeşitli direnişler sergiledikleri rahatlıkla görülebilir.
Mallarme’den bu yana, modernist şiirin ve nesirin azımsanmayacak bir kısmı, normal konuşmanın meşruluğuna karşı durmuştur.
Mallarme, “Kim konuşuyor?” sorusuna, “Dil konuşuyor” karşılığını vermiştir.
Bu cevaptan sonra, özellikle de Joyce, Stein ve diğerlerinin yeni bir söz
dizim ve kelime hazinesi girişiminde bulundukları Birinci Dünya Savaşı dolaylarındaki ateşli dönemden beri, Edebiyat dilin getirdiği kısıtlamalara ve çarpıtmalara karşı cepheden saldırıya geçmiştir.
Dile karşı sergilenen genel direnişin göze çarpan unsurları arasında Rus füturistleri, Dada (örneğin, Hugo Ball’ün 1920′li yıllarda “sözsüz şiir” yaratma girişimi), Artaud, Sürrealistler ve Lettrisler de bulunmaktadır.
Günümüzde en sıradan saçmalıklar ve can sıkıntısı, “inanılmaz” ve “korkunç” sözcükleriyle ifade edilmektedir; Dildeki yoksullaşma çok daha genel bir yabancılaşmayı yansıtmaktadır; zira dil artık tamamen dışımızdaki bir öğeye dönüşmüştür.
Açıkçası ben de dilin kuşatılmışlığı içinde yazıyorum ve dilin, şeyleşmeye yönelik direnişi şeyleştirdiğinin farkındayım. Tıpkı T.S. Eliot’un Sweeney’i gibi, “Seninle konuşurken sözcükleri kullanmam gerekiyor.”
Sözcükler kedere hacettir; dizginlerinden boşalmış zamanın anlamsızlığını gidermek üzere kullanılırlar. Hepimiz sözcüklerden daha öteye, daha derine gitmek istemişizdir; isteme duygusunun her türlü konuşmadan arındırılmasını istemişizdir; tutarlı bir şekilde yaşanıldığında, tutarlılığı formüle etme ihtiyacının kendiliğinden ortadan kalkacağını unutmayarak.
Tarım
Uygarlığın vazgeçilmez temeli olan tarım, köken olarak tıpkı zaman, dil, sayı ve sanat gibi bir kazanım olarak değerlendirilmişti. Yabancılaşmanın cisimleşmiş anlamına gelen tarım, parçalanmanın zaferi olduğu kadar, gerek doğa ile kültür arasında gerekse de bizzatihi insanlar arasındaki kesin bölünmeyi ifade eder.
Sahip olduğu temel nitelikleriyle hem yaşamı hem de bilinci deforme eden tarım, üretimin doğuşunu temsil eder. Tarıma geçişle birlikte toprak, üretimin basit bir aracına dönüştürülürken, gezegendeki türler bu üretimin birer nesnesi haline gelir. Vahşi ya da evcil, yabani ot ya da ekin, doğa ile birlik içinde geçen o uzun ve muhteşem dönemin yerine, görece kısa bir süre içinde, ifadesini uygarlıkta bulan despotizmi, savaşları ve esareti geçiren ve böylece birer canlı varlık olarak sahip olduğumuz ruhu bozan o temel dualizmi temsil eder.
“İnsanların üzerinde yaşadıkları toprakları dümdüz etmek, standartlaştırmak, bu toprakların düzensizliklerini ve sürprizlerini ortadan kaldırmak”; E.M. Cioran’a ait olan bu sözler, duygusallığın ağır bastığı yaşamsal etkinliklerin sona erişine tekabül eden ve parçalanmış bir yaşamı üretip cisimleştiren tarımın mantığını mükemmel bir şekilde ifade etmektedir. Günümüzde kültür olarak bilinen yapaylık ve çalışma, tarımın başlangıcıyla birlikte ortaya çıkmış ve o dönemden itibaren hızla artmıştır; hayvanları ve bitkileri evcilleştiren insan, zorunlu olarak kendisini de evcilleştirmiştir.
Uygarlığın ilk biçimlerinden biri olan kabile sistemi, kabilenin her üyesinin kesin bir sayısal yere sahip olduğu, çizgisel bir katmanlaşma düzenini dayatmıştır. Saban kültürünün doğa karşıtı çizgiselliğinden kısa bir süre sonra ise, en eski şehirlerde bile göz çarpan 90 dereceden şaşmayan ızgara planı ortaya çıktı. İlk şehirlerdeki bu ısrarlı düzenlilik, kendi başına baskıcı bir ideoloji oluşturur. Artık sayısallaşan kültür, daha katı sınırlar içine girerek, tamamen ölü hale gelir.
Düzeni dayatma ve şeyleri egemenlik altına alma arzusunun kanıtlarına, yeni ortaya çıkmış dinlerin baskıcı törelerinde ve kirlilik tabularında rastlanmaktadır. Dünyanın nihai olarak boyunduruk altına alınması anlamına gelen tarım, en azından bazı nitelikleri itibariyle, muğlak davranışların ortadan kaldırıldığı ve arınmışlık ile kirlenmenin karşıt kategoriler olarak tanımlanıp dayatıldıkları bir gelişim seyri izlenmiştir.
Anadolu’daki Çatal Höyük’te bulunan Neolitik köyde, her üç odadan biri, ritüel amaçlar için kullanılmıştır. Evcilleştirilmiş hayvanların (hatta insanların) ritüel amaçlarla kesilmesi anlamına gelen kurban olgusu, tarım toplumlarıyla birlikte yaygınlaşmaktadır; üstelik kurbana yalnızca tarım toplumlarında rastlanmaktadır.
Bazı önemli Neolitik dinler sık sık, toprak ana mitolojisi aracılığıyla, tarımın doğada yarattığı tahribatı gidermeye yönelik sembolik çabalar içine girmişlerdir. Bu dinlerin bir diğer çarpıcı özelliği de bereket efsaneleridir; Mısırlı Osiris, Yunanlı Persefones, Filistinli Baal ve İncil’deki İsa, ölümleri ve yeniden dirilmeleri, sadece insan ruhunun değil, ama aynı zamanda toprağın sebatkârlığına da tekabül eden tapılardır.
Uygarlık öncesi toplum, “çoğunlukla ilan edilmemiş olan ama sürekli olarak farkında olunan ahlâki anlayışlarla bir arada tutulurken” din, yurttaşları yaratan ve ahlâki ilkeleri kamusal yönetime tabi kılan bir yöntem olarak gelişmiştir.
Pietro, Kolomb’un ikinci seferinde karşılaştığı yerlilerden, 1511′de şöyle söz ediyor: “Tüm kötülüklerin kaynağı olan ‘benimki ve seninki’nin onlar arasında yeri yoktur.” Birkaç yüzyıl sonra, hayatta kalmayı başaran Amerikan Yerlileri şöyle soruyordu; “Toprağı satmak? Neden havayı, bulutları ve o büyük denizi değil de toprağı satmak?” Tarım malı mülkü yaratıp yüceltmektedir. İngilizce’deki belongings (kişisel eşyalar) sözcüğünün kökeni olan longing (özlem) sözcüğünü hatırlayın; bu sözcükler, yitirilen bir şeylerin yerini doldurmak gibi sonuçsuz bir çabayı ifade ediyormuş gibi görünüyor.
Erkekler tarafından kadınlara dayatılan şiddet de tarımla birlikte ortaya çıkmış ve kadınları birer ağır yük hayvanına ve çocuk bakıcısına dönüştürmüştür.
Tarımın doğurduğu sürekli çalışma iletiyle birlikte, Cennetten kovulma söylencesinde Tanrı kadına şöyle demiştir; “Senin acını ve gebeliğini fazlasıyla arttıracağım; acı içinde çocuk doğuracaksın; bu arzu senin kocana ait olacak ve o seni yönetecektir.” Benzer şekilde, bilinen ilk yasalar; örneğin Sümer kralı Ur-Namu’nun yasaları, arzularını evlilik dışında tatmin edecek tüm kadınların öldürülmesini emretmiştir. Whyte, kadınların “erkeklere ilk yenilgisinin, insanların avcılığa ve toplayıcılığa dayanan basit bir yaşamdan vazgeçmesiyle gerçekleştiğinden” söz ederken, Simone de Beauvoir, saban ile erkekli uzvu arasında kurulan denklemde, kadınlar üzerindeki erkek otoritesinin sembolünü saptamıştır.
Vahşi hayvanların et üreten birer makinaya dönüştürülmeleriyle birlikte, “toprağı işleme”” düşüncesi insanlara dayatılan bir erdem haline gelmektedir; bu erdemin anlamı, evcilleştirme ve sömürü doğrultusunda, insanların kendi doğasındaki özgürlükten koparılmasıdır.
Yunanlılara göre, çalışma bir melanetten başka bir şey değildi. Yunanlıların çalışmaya verdiği isim -ponos Latince’de acı anlamına gelen poena sözcüğü ile aynı köke sahiptir.
Günümüzde ortaya atılan ortak soru şudur; “Neden durup duruken tarım geliştirildi?” “Tarımı doğuran şey, giderek artan ya da kronik hale gelen bir yiyecek kıtlığı değildir” diyen Carl Sauer’in bu çıkarsaması, daha önce öne sürülen tüm teorileri göz ardı etmek için fazlasıyla yeterlidir. En makul hipotezlerden biri olan bu yaklaşıma göre, yiyecek üretimi başlangıçta dinsel bir etkinlik olarak ortaya çıkmıştır. Evcilleştirilen ilk hayvanlar olan koyunların ve keçilerin, yaygın bir şekilde dinsel törenlerde kullanıldıkları ve kurban edilmek üzere yakın otlaklarda beslendikleri bilinmektedir.
Daha da önemlisi, koyunlar evcilleştirilmeden önce, tekstil faaliyetlerinde değerlendirilmeye müsait olan yünden yoksundu. Darby’ye göre uygarlığın ilk merkezleri olan Güneydoğu Asya ve doğu Akdeniz’de tavuk, “beslenmeden ziyade, kutsal nedenlerle veya bir kurbanlık olarak” kullanılmıştır.
Sauer şunu ekler; evcilleştirilmiş kümes hayvanlarının “yumurta ve et kaynağı olma niteliği, görece bu hayvanların evcilleştirilmelerinden sonra ortaya çıkan bir sonuçtur.”. Büyük baş hayvanlar ancak ilk tutsaklıklarından yüzlerce yıl sonra sağılmaya başlanmıştır; ayrıca çeşitli temsiller, bu hayvanların, ilk kez, dini geçit törenlerinde koşum hayvanı olarak kullanıldığını göstermektedir.
Bir sonraki adımda denetim altına alınan bitkiler de benzer bir köken sergilemektedir. Eskiden Yeni Dünya’da, tören çıngırakları olarak kullanılan balkabakları bunun örneğidir. Johannessen, Meksika’nın en önemli ekini olan ve yerli Neolitik dinin merkezinde bulunan mısırın ıslah edilmesini, dinsel ve mistik motiflerle ilişkilendirmiştir.
Tarımın ortaya çıkışına getirilen dinsel açıklama genellikle küçümsenmesine rağmen, bence böyle bir açıklama bizi tam da üretimin doğuşu üzerine yapılan yorumların özüne götürmektedir;
Bitkilerin nesillerindeki hassas değişim, aynı zamanda hayvanların evcilleştirilmesiyle de paralellik içindedir, hayvanların evcilleştirilmesi ile birlikte doğal seleksiyon bozulmakta ve daraltılarak yapay bir düzeye taşınan organik dünya, kontrol edilebilir bir tarzla yeniden oluşturulmaktadır. Tıpkı bitkiler gibi, hayvanlar da yalnızca işlenecek birer nesneye dönüştürülmüştür; örneğin bir mandıra ineği, otu süte dönüştüren bir tür Makine olarak değerlendirilir. Özgürlük durumundan, birer aciz asalak durumuna getirilen bu hayvanlar, hayatta kalabilmek için tamamen insana muhtaç hale gelmişlerdir. Kural olarak, büyümeye daha çok, etkinliğe daha az enerjinin verildiği evcil memelilerde yeni nesillerin üretilmesiyle birlikte, beyin hacmi görece daha da küçülmüştür. En fazla evcilleştirilmiş sürü hayvanı olan koyunun sergilediği durgunluk, bu durumun en tipik örneğidir; zira yabani koyunlardaki çarpıcı zekâ, evcilleştirilen koyunlarda tamamen kaybolmuştur. Evcil hayvanlar arasındaki toplumcul ilişkiler, en kaba zorunluluklara indirgenmiştir. Hayvanların yaşam çemberinin üretime yönelik olmayan evreleri asgariye inmiş, aralarındaki kur oyunları azalmış ve hayvanın kendi türünü tanıma yetisi zayıflatılmıştır.
Jared Diamın şöyle yazmıştır: “Tüberküloz ve ishal hastalıkları çiftçiliğin ortaya çıkışıyla, kızamık ve hıyarcıklı veba ise büyük şehirlerin oluşumuyla birlikte başlamıştır.” Muhtemelen insanlığın en büyük katili olan sıtma ve neredeyse tüm diğer bulaşıcı hastalıklar tarımdan bize kalan mirastır.
Beslenme bozuklukları ve dejeneratif hastalıklar genel olarak evcilleşme ve kültürün saltanatıyla birlikte ortaya çıkmaktadır. Kanser, kalp damarlarının tıkanması, kansızlık, diş hastalıkları ve ruhsal bozukluklar, tarımın musibetlerinden yalnızca birkaçıdır;
Ayrıca eskiden kadınlar doğum esnasında fazlaca zorlanmadıkları gibi, ya hiç acı duymamışlar ya da çok az duymuşlardır.
Pyke şu çarpıcı gerçeğe işaret eder; “yenilebilen farklı yiyeceklerin sayısı” yüzyıllar boyunca hızlı bir şekilde azalmıştır.” Dünya nüfusunun geçimi artık yalnızva 20 bitki türüne bağımlı hale gelmiştir ve doğal bitki nesillerinin yerine suni melezleri geçirilirken, bu bitkilerin genetik oluşumundaki çeşitlilik giderek azalmıştır. İmal edilen yiyecek oranı arttıkça, yiyeceklerdeki çeşitlilik ortadan kalkma veya zayıflama eğilimi göstermektedir.
Descartes, insanın temel görevinin, maddenin her türlü amaç için serbestçe kullanılması olduğu ilkesini açıkça ifade ettiğinde, doğadan kopma sürecimiz tamamlanmış ve sanayi Devrimi’nin yolu açılmış oluyordu.
İlk fabrikalar tamamen tarımsal modeli taklit etmiştir; bu da, her türlü üretimin esas olarak çiftçiliğe dayandığını göstermektedir.
Tarım toprağa kattığı organik maddelerin çok daha fazlasını topraktan almakta ve erozyon yıllık monokültür raporlarının temel öğesi haline gelmektedir. Bazı yıllık raporlar, toprak konusunda ortaya çıkan vahim sonuçlarla dolup taşmaktadır; pamuk, soya fasulyesi ve mevcut evcilleştirilmiş haliyle tamamen tarıma bağımlı hale getirilen tahıl, en ölümcül veriler arasındadır.
Hayvanlara yeniden dönmek gerekirse, Yaratılış efsanesinde Tanrı’nın Nuh Peygamber’e söylediklerini anımsayabiliriz; “Ve senin korkun ve senin dehşetin, havadaki tüm kuşlar, yeryüzünde hareket eden tüm hayvanlar ve denizdeki tüm balıklar üzerinde olacaktır; onlar senin ellerine teslim edilmiştir.” Yeni keşfedilen topraklar, üretimin öncü birlikleri tarafından ilk kez ziyaret edildiklerinde, geniş bir tanıtım literatürünün de gösterdiği gibi, yabani memeliler ve kuşlar kâşiflerden hiçbir şekilde ürkmemişlerdir. Oysa İncil’deki pasajda oldukça isabetli bir şekilde önceden dile getirilen tarımcı zihniyet, yabani varlıkların yırtıcılığı konusunda abartılı bir inanç yaymaktadır; bunun nedeni, ilerlemenin getirdiği yabancılaşma, hayvanlar dünyasıyla ilişkinin yitirilmesi ve ayrıca bu dünya üzerinde tahakküm kurma ihtiyacıdır.
Tarımla birlikte başlayan ve tarım aracılığıyla ilerleyen, doğayı boyunduruk altına alma projesi devasa boyutlara ulaşmıştır. Uygarlığın ilerleyişinin “başarısı”, daha önceki insanlığın istemediği o başarı, giderek yakılmış bir cesedin küllerini andırmaktadır. James Serpell bu durumu şöyle özetlemiştir: “Kısaca ifade etmek gerekirse, yolun sonuna geldiğimiz anlaşılıyor. Artık daha fazla büyüyemeyiz; daha fazla tahribat yaratmadan üretimi yoğunlaştırmamız mümkün değil; ve dünya hızla bir çöplüğe dönüşmektedir.”