Kentin bu kesiminde tüm binalar kurum renginde olurdu. Akşama doğru, sarı ışıklar sızmaya başlardı ağır perdelerin ardından. Bu ışığımsılar, uzaktan surlara açılmış oyuklar gibi görünürdü. Duvarları mı delerdi bunlar, insanları mı, umutları mı, kim bilir? Veya dışarıyı mı gözetlerdi, kutsal aile sırlarını mı saklardı yoksa geceyi mi aralardı belki…
Cadde üzerinde bir sinema, yanında muhallebici vardı. Hep orada dururdu ama o sinemaya girdiğimi hiç hatırlamıyorum. Çaresiz kalmadıkça muhallebiciye de yüz vermezdim. Öyle soluktu ki ışığı, ancak o kadar olurdu! Sanki sarı bir karanlık yayılırdı içeriden. Aslında bu Hepatit B sarısıydı. Gözlerinin akı, göğsü, karnı, vücut sıvıları bile sarı ve bulaşıcıydı! Ömrümün ilk tatsız supanglezlerini orada yemiştim. Hani böyle boz renkte ve aslında muhallebi gibi pişirilen sözde pudingler olur ya, üstü krater gibi delikli, onlardan. Ama tavuklu şehriye çorbası güzeldi. Bir de o limonları küçük parçalara bölmeseler ne iyi olurdu. Bolca sıkıverseydim çorbama…
Bizimki de araziyle uyum içinde, karanlık, kasvetle yüklü bir sokaktı. Sanırdınız ki güneş buraya küs idi. Ne renk, ne de neşeye dair bir belirti vardı. Terkedilmiş yıkık köyler gördüm, çoğu iyimserdi. Ama bu sokak, nüfus patlamasına rağmen yalnızlık kokardı. Menekşeci kadınlar köşede tezgâh kurmazlardı. Bakkal, manav, çamaşır asan anneler göremezdiniz etrafta. Kapıcı çocukları bile yoktu sokakta. Sanki hadım ederlerdi bu yaşlı apartmanların sadık bekçilerini. Oysa benim gibi birçok öğrenci kalırdı oralarda. Anlaşılan herkes eve gelirken nefesini tutar, ancak caddeyi aştıktan sonra yeniden yaşamaya başlardı. Nasıl hem de, gayet çalkantılı yıllardı. O kadar çok tutku ve merak vardı ki gök kubbenin altında… Ve hayattan korkmaya, kuşku duymaya, aklımızın ermediği zamanlardı.
Az ötede, yokuşta bir otel yükselirdi. Sanki sadece keyifsiz insanlar konaklardı orada. Telefon etmek gerektiğinde giderdim mecburen. Şehirler arası ödemeli arama kaydı yaptırır, sonra santralin numarayı bağlamasını beklerdim, kırmızı mobilyalı lobide, resepsiyonun dibinde. Kitabın içine sığınıp bakınırdım etrafıma. Bazen çabucak biterdi işim, bazen hayli uzun sürerdi. Kimi zaman görüşme başladıktan az sonra hat kopardı. Ve her şey baştan başlardı..
Evinde kaldığım Madam Rodriq eşini kaybetmiş, sıska, dul bir kadındı. Çeyizi olsa gerek, evi antikalarla doluydu. Oymalı cevizler, kadife perdeler, goblen yastıklar, kanatlı kristal aynalar, opalin lambalar, sararmış danteller ve incelmiş soluk renkli halılar, herhalde hayatının altın çağlarını temsil ederlerdi. Merdaneli çamaşır makinesinde gürültü ve telaşla yıkanan beyaz çarşaflar ile lime lime olmuş Bursa havluları daima sandık küfü gibi kokardı.
Doğrusu Madam Rodriq kendini korumak zorundaydı. Varlıklı sayılabilecek ailelerin, geçim derdinden bihaber öğrenci kızlarına kolunu kaptırmaya niyeti yoktu pek tabii. Kesme camdan pembe kâsedeki çay şekerlerini bile sayar, eksilip eksilmediğine bir bir bakardı. Telefonlu odanın anahtarını, ütüyü, puro sabunlarını, kurtlu çikolataları, kurumuş badem ezmelerini, yarım kavanoz gül reçelini köşe bucak saklardı. Benim getirdiklerimi bile. Nede olsa savaş görmüş bir kadındı, mazur görmek lazımdı.
Hafta sonları sanırım Tarabya’da oturan bir akrabasına misafirliğe giderdi. Belki de hayalindeki madamı yaşadığı tek zaman dilimiydi bu. Pudrasını, rujunu, kokularını sürer, yanaklarını çimdikler, kim bilir kaç yıllık, kürk yakalı siyah mantosunu giyer, şapkamsı beresini takar, yola çıkardı. Evden ayrılırken mümkün olan her yere kilit vururdu. Bütün bunlar hoşuma gitmezdi tabii ama alınmak da aklıma gelmezdi. Garipti, sevimsizdi, sıkıcıydı işte o kadar. Benimle bir alakası yoktu. Gerçekten de yoktu. Bu onun hayat tarzıydı. Aynı evin içinde, birbirine ipucu vermeyen dünyalar barınırdı.
Madam Rodriq tutumlu bir kadın olduğundan, evin içi de sapsarı lambalarla aydınlan(mış) gibi yapardı. Salona girilmez, kristal avize asla kullanılmazdı. Gece ders çalışmak, kitap okumak hoş karşılanmazdı. Sahi o zamanlar televizyon da yoktu. Ağır cevizleri bir arada tutan paslı menteşeler ile rabıtaların gıcırtısı dışında bir ses çıkmazdı evde akşam olunca.
Transistorlu bir radyo almıştım kendime. Müzik dinlerdim kısık sesle. Cumartesi günleri dinleyici istekleri çalardı. Tatil günü neşeyle gezmek varken radyodan istek beklemek iç açıcı gelmezdi bana. Kısıtlanmış insanlar olduklarını düşünürdüm istek bekleyenlerin. Kimdi onlar; İzmir’den Emine, Ankara’dan Hasibe, Samsun’dan Necibe, Kocamustafapaşa’dan Fadime, belki Mahmure, Bakırköy’den Ayşe ve Neşe kardeşler mesela… Birbirlerine hediyeler yaparlar, haftalarca adlarının okunmasını beklerlerdi. Esasında hep aynı şeyler çalardı. Çoğunlukla Mavi tuna valsi, Çaykovski’nin fındık kıran suiti, Manuel de Falla, La Traviata, Habanera, Rodrigo’nun filan sayılı gitar konçertosu, nadiren dokuzuncu senfoni, ayışığı sonatı gibi ünlü klasiklerden kısa bölümler girerdi sıraya. Vivaldi’nin Mevsimleri moda değildi o zaman. Asla Bach, Albinoni yada Wagner isteyen olmazdı.
Acaba ne oldu o kızlara? Ne kadar silik ve ne kadar azıcıktılar. Pop star olmak değildi amaçları. Köşeyi dönmek de değildi. Belki bir delikanlının dikkatini çekmekti en fazla.. Evlenmiştir kimisi. Kocası diyordur ki, “benim karım klasik müzik hastasıdır”. Evde kalmıştır bazıları, müziği çoğaltmıştır belki. İhtimal beyaz atlı prensinin adını ve soyadını alt alta yazıp, yanına şiir satırları dizmiştir. Falcıya gitmiştir kısmetini açtırmak için. Ya açılmıştır kısmeti, ya da açılmamıştır. Var mı başka bir ihtimal? Son yıllarda ise tamamen televizyon dizilerine kilitlenmiştir herhalde. Atıyorum işte böyle! Yanlış yere düşen olursa bizi affede.
O kızlar, bu kızlar, o kent, bu kent, nerede, kime, neler oldu kim bilir? İşte nasıl, ne vakit olduysa; muhtelif temalar, değişik başrol oyuncuları, figüranlar, kostümler, farklı dekor malzemeleri, aksesuarlar, film setlerinden kalan kırık dökük ayrıntılar ve vizyondan kalkmış eski filmlerin afişlerinden ve kesilmiş biletlerin birikmesinden bir yığınla doldu dünya. Yollar desem, onlar başını aldı yürüdü, kimisi yarım kaldı, kimisi tükendi, bazıları çıkmazlara saplandı, kimisi kendini üretti, doğruladı.
Ve bir gün, yeniden çıkıp gittim o kente. Nelerle buluşacağımı düşünmeden yola çıktım bu kere. Sadece gittim. Kutlanası bir gidişti. Aynı hayattan korkmaya aklımın ermediği zamanlardaki gibiydi. Ne iş, ne toplantı, ne araştırma, ne amaç, ne ideal, ne bahane, ne beklenti, ne nezaket ziyaretleri, kaçacak hiçbir delik olmaksızın bir tek kendimi götürdüm bu defa.
Yürüdüm o umursamaz, ser verir-sır vermez, kalabalık ve dahi soluk caddede.
Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim, vardım apartmanın kapısına. Evet burasıydı!
Ve aniden, ne garip, o ağır anahtar meğer yoktu çantamda. Dışarıda kalacaktım az daha. Neyse açtılar kapıyı, girdim içeri. Onlara göre, bir yabancı gelmişti! O yüksek tavanların altında ufaldıkça ufaldım. Hayran oldum yerdeki mozaiklere ve sallana sallana yükselen asansöre. Nede süslüydü ferforjeleri. Bir kadın geldi, gündelik bir merasimle çıktı asansöre. Arkasından baka kaldım. Sonra hatırladım ki ben o asansöre binmezdim ki zaten. Asla acelem yoktu zira eve girmek için. Dışarıya çıkmak içinse pek sabırsızdım doğrusu…
Birinci kata çıktım, özenli alçı işlemeler vardı tavanda, kararmış da olsa. Sarmaşıklar, sümbüller taş kesilmişti adeta. Dört numaralı dairenin önünde durdum. Ne güzel geniş bir kapısı vardı evin. Girmek isterdim içeriye. Ama demirler çakılmıştı çift kanatlı ceviz kapıya. Mühürlenmiş gibiydi zaman, caiz değildi anımsama..
Ne olmuştu Madam Rodriq’e? Siklamen rengi rujuna, Le soir de Paris kokusuna, boş parfüm şişelerine, takma dişlerine, porselen fincanlarına, kesme şekerlerine, gümüş tepsisine, rugan ayakkabılarına, kürküne ve evhamlarına. Ne çok kadın için sorulmuştur bu sorular, şimdi bir tane daha..
Saçma bir sorgulamaydı tabii ama devam ettim. Ona sordum, buna sordum, yüzüme garip bir şekilde baktılar. Sonradan fark ettim ki belki de haklıydılar. Ama sadece belki. Öyle yakın, öyle tanıdıktı ki. Tatlı bir anı değildi ama tanıdıktı, benimdi. Yeni komşular kapıda hayalet görmüş gibi bakıyorlardı şaşkın kadına. Neydi öğrenmek istediğim, hatırlasalar ne olacaktı sanki? Hiç! Yok canım, orada biraz daha durmak içindi hepsi…
Sonra birisi geldi. Elli yıldır bu apartmanda otururmuş. Tamam dediler, aradığımız insan o imiş gibi davrandılar, ona “anıt adam” muamelesi yaptılar. Oysa bana hiç de ihtiyar gibi gelmedi o beyaz pardösülü beyefendi. Bilmiyorlardı, hepimiz komşuyduk aslında. Birileri bir şeyleri bilmiyordu ama hangisi? Ben, sen, o, biz, siz, onlar, dün, bugün, yarın. Nerede kesişir, nerede ayrışır yaşamlar, zamanlar? Kim bilir, kim verebilir cevabını? Einstein bilim mi yaptı felsefe mi yaptı acaba?
Hala soluktu ışık. Ve ellerim boştu. Aynı zamanda ciddiye alınmamış bir çocuk kadar yalnız kalmıştım. Kuşkusuz ilk aşkım vardı yanımda. Herhalde vardı, olmalıydı orada. İlk aşk örselenmediyse eğer, seninle, senden yana baki kalır çoğu zaman. Evet, öyle oldu, beni yalnız bırakmadı asla. Biz tanıktık zamana, biliyorduk ve birbirimize kefildik pekâlâ. Her şeyi olmasa da, dünü, bugünü, yarını benzer şekilde anlardık. O sarı ışıklara, iç mekânların kalabalık yalnızlığına sadık kaldı. Loşları tuvale nakşederek tutundu yaşama. Elini tuttum onun. Belki de tutmadım, emin değilim. Yanımda olmasa da yanımda gibiydi. Yan yana yürümüş olsak da elini tutmuş gibiydim. Liseli gençler gibi değil, 23 Nisan gösterisine giden ilkokul çocukları gibi dirsek hizasında, bir şey taşır gibi birlikte. Baston tutar gibi belki de. Eskisi gibi caz-bach bir ritm içinde salınarak yürümüş olmalıyız. Bach kadar ağır, ölçülü ve aynı zamanda caz kadar özgür!
Biz esasında yerli malı barok versiyonların caz çocuklarıyız, hem de çiçek çocuklarıyız biraz. İşte neyse, yürüdük neticede, kilometrelerce. Tavuk suyuna şehriye çorbası çekti canım. Olmayan bir muhallebiciyi ararken, yolda memleket meselelerinden konuşmuş olmalıyız bir yandan…
30 Nisan 2007, Nina