Belki evet, belki hayır..
Ana yoldan ayrılmış, ıssız bir tepeye yönelmiştik. Evler, dükkanlar filan yoktu civarda. Ama yemyeşil ağaçlar arasında yol alıyorduk. Epey gittik böyle. Hafif nemliydi hava. Yapraklar sanki saydam hatta ayna gibiydiler. Güneşi, gölgeyi yansıtıyorlar, endişeyi öğütüp yok ediyorlardı. Ana sütü gibi helal nemi iştahla emiyor, emiyor, diri bir koku halinde havaya geri veriyorlardı. Pencereyi açtım, yol arkadaşımın itirazına dayanabildiğim kadar bir süre dışarıyı kokladım. Arabadan inip yürümek istedim biraz ama acelemiz vardı, her zamanki gibi. Yanıma bir kaset almıştım. Adı “The Forest” idi. Hala dinlerim onu. Yol boyunca tekrar tekrar çaldım. Sonunda konuk olacağımız otele vardık. Yolculuk bitmeseydi keşke diye düşündüm. Ama bir misafirhane gibi kullanılan küçük tesisin içine girince, bahçenin dışarıdan farklı olmadığını gördüm. Şimdi bütün sorun binaya girmekti. Naçar onu da göğüsledim, sabır ve nezaketle; karşılanma, selamlaşma, tanışma, ilk ağırlanma fasıllarını atlattım. Bu tanışma işleri bana hep sıkıntı verir. Çünkü beş dakika sonra kimseyi hatırlamayacağımı bilirim. Hiç tanıştırılmamış olsam ayıbım azalır bari.
Oda güzeldi, yapraklar pencereye dokunuyordu. İçerisi sıcak, dışarısı serin, fazlasıyla yeşildi. Ama aklım bahçedeydi. Belli ki yalnız kalmak kolay olmayacaktı. Anladığım kadarıyla uzun, bilgiç, ciddi muhabbetler yapılacaktı. Bir an önce yanıma aldığım tek kıyafeti giyip aşağıya inmem gerekiyordu. Lobide, salonda, az sonra başlayacak yemekte neler konuşulacağının ipuçları havaya sinmişti. Dinledim desem yalan olur. Ama diyebilirim ki, konuşulmuş olsun veya olmasın, o şık, ciddi ve nazik cemiyette herkes belli ki doğaya hayrandı. Ne var ki aynı zamanda lükse ve konfora da bağlıydı. Sorsanız, doğal, yalın bir yaşam isterlerdi. Ama biraz daha deşerseniz bu yaşamı her türlü imkanla ve teferruatla birlikte almayı tercih ederlerdi. Muhtemelen birçoğu için bu kısmen mümkündü. Saatlerce memleket meselelerini hal yoluna koydular. Bu lakırdılara pek kulak vermedim. Mekanı, çevreyi, camın ardındakileri, bu kişilerin koordinatlarını düşündüm. Bu daha eğlenceliydi. Hem de benim kalemimdi.
O kalabalık içinde az sayıda da olsa özlediğim dostlar vardı. Ne yapıyorsun, ne ediyorsun, işler nasıl, hayat nasıl gidiyor, son zamanlarda neler okudun filan.. O günlerde kitapları yeni yayınlanmış olan bir yazardan söz ettim. İhsan Oktay Anar’dan. Puslu Kıtalar Atlası ile Efrasiyab’ın Hikayeleri’ni onlara armağan etmek için yanıma almıştım. Kah bakışarak, kah konuşarak atlattık yarı resmi yemeği. Sonra bahçeye çıktık birlikte. Kazanmak ve bedeller ve tercihler ve kader üzerine konuştuk. Salih Dede’nin hikayesi geldi aklıma. Mana ile madde arasındaki sırat köprüsünde yaşamak, ya da bir yol seçmek ve varsa bedelini ödemek. Hangi yolun bedeli daha ağırdı acaba? Yol dediğin neydi veya? Nedir hala?
Hiç konuşmamak da vardı. Ama diyalog için bir fon lazımdı. Seyrek görüşünce insanlar bu zemini kurmak adına yorulmak zorunda kalırlar malum. Hoş, sık görüşünce de bazen aynı şey olur. Büyük bir lükstür susmak. Susmak ve bir arada olmak ve aynı zamanda huzur duymak..
Ertesi gün şahane arabalara binip ayrıldı çoğu. Biz de yola çıktık yeniden. Benzinimiz yeterli mi diye sordum, varmış. Yolu, hızı, yeşili, çalı-çırpıyı, tozu bile içime çektim. Biraz gittikten sonra bulutlar toplandı, iyi bir yağmur indirdi. O da çok güzeldi. Silecekler deli gibi çalışıyordu. İstediği kadar yağsın, araba sıcak ve kuruydu. Müzik bile istemedim. Camlara, kaportaya, yola çarpan yağmurun sesi yeterdi. Birden araba garip gitmeye başladı. Lastik patlamıştı. Gayet becerikli bir şekilde onu sağa çektik ve yolun dışına çıkardık, meyilli bir araziye girip durduk. Aslında araba bir adım daha atamayacak haldeydi. İndik baktık, bu çamurda ne kriko yerleşirdi ne bir şey. Aksilik bu ya, zaten stepne de sağlam değilmişti. Daha güzeli, yola çıkarken asla doğru giysi ayarlayamamak gibi bir takıntısı olan bendeniz, bu defa da ince bir döpiyes, naylon çorap ve topuklu ayakkabılar içinde idim! Peki şimdi ne yapacaktık? Hem nerede idik biz? Meğer Acıpayam dağlarındaymışız. Denizli’ye birkaç kilometre mesafede kalmışız. Epey uğraştık, krikoyu yerleştiremedik. İkimiz de iyice ıslandık bu arada.
İşe bakın, Acıpayam Dağlarındayız! Apdülzeyyat’ın servetini satıp, savıp Salih Dede’yi bulmaya gittiği Acıpayam Dağlarındayız. O bir rüya görmüştü, ben ise bir roman okumuştum kendimden geçerek. Hepsi aynı kapıya çıkmaz mı zaten? Ve çaktırmadan Salih Dede’nin çağrısını mırıldanmıştım kaç gündür. Tabii ki bunları anlatamazdım o anda. Yol arkadaşım burnundan soluyordu. Aklımın kenarına bir ünlem ve bir soru işareti koydum. Bakalım bu işin sonu nereye varacaktı? Gerçek hayata dair, ” gereğinin yapılmasını emir ve müsaadelerinize arz ederiz” şeklinde davrandık. Elimizden geleni yaptık, panik yapmadık, ben saçma hikayeler anlatmadım.; Yüksekçe bir tümseğe çıktık ve yağmur altında, birbiri ardından gelip geçen tüm BMV’lere, Mercedes’lere, Opel’lere, Alfa Romeo’lara, Renault’lara, Toyota’lara el-kol sallayarak yardım istedik. Çamurları bir dalga gibi şaplatarak gürültüyle gelip geçtiler yüz vermeden. Bizi ancak bir Murat 124 fark etti. Yavaşladı, durdu ve içinden 4 tıknaz taşralı genç çıktı. Koşarak yanımıza geldiler. Arabayı kucaklayıp hop diye kaldırdılar, krikoyu taktılar. Somunları söktüler, patlak lastiği çıkardılar. Nasıl becerikliydiler, anlatamam. Meğer pehlivanmışlar. Antalya’daki bir güreş karşılaşmasından dönüyorlarmış. Somunları kayanın üzerinde bıraktılar ve lastiği alıp yama yaptırmak için Denizli’ye gittiler. Yol arkadaşım, o zamanlar eşimdi, onlarla birlikte gitti. Ben kaldım mı orada yalnız..
Hava kararıyordu Acıpayam Dağlarında. Arabalar ne sağa ne de sola bakmadan şimşek gibi geçiyorlardı. Uzaktan yılkı atları görünüyordu. 3 köpek geldi başıboş. Somunlarla oynamaya başladılar. Ben arabanın içindeydim. Uzaklaşmalarını bekledim. Sonra arabanın dengesi bozulmasın diye ihtiyatla dışarı çıkıp somunları cebime attım. Cep telefonum yoktu. Bir de baktım ki meğer yanımdaki çantada para da yokmuş. Eh, ayağımda çizme de yok. Şemsiyem de yok. Islaklık dizlerime tırmanıyor. Baktım çaresi yok, kendimi sakınmaktan vazgeçtim. Aynı anda üşümekten ve beklemekten de vazgeçtim…
Atlar, hızla inen karanlık, sadece kendimleyim ve Efrasiyab Hikayelerinden Salih Dede’nin dağlarındayım! Bu işte bir keramet olmalı diye düşündüm. Aynada Ehriban’ın ikiz kardeşi serkeş Azazil ve koynundaki bilgelik meyvesi, Feyyuz’un kurduğu pusu, oğulları; Zehir, Nezir ve Demir’in zulümleri, Silahir, Zübeyir, Cihangir ve Fedayir’in sefil yaşamları, bilme ve zenginlik tutkusu, yoldan çıkan insanoğlu, hakikatin utancı! Yok olmak, olmak ya da iyi ve kötüyü bilmek, kader mesela! Havada fır dönen ruh, Ehriban’ın yapışık ikizleri Abuzer ve Alemdar, iyi ve kötünün ilmi, sudaki yüz Apdülzeyyat’ın ta kendisi meğer, gerçek kimliğin şuuru, dağın zirvesinden inen o münzevi, Acıpayam köylerinden birinde hikayeler anlatarak ölümü oyalayan bir ihtiyar. Ve bu arada durmadan yağmur yağıyor..
Gerçek zamanda da yağmur devam ediyor, gece oldu, iyice ıslandım, tek başınayım ve Acıpayam Dağlarındayım. Bakalım neler olacak? Hazır mıyım? İstedim mi bunu? Bilmem, belki evet, belki hayır, ama işte böyle buradayım. Vakıa! Kendimi ve hayatı seyrediyorum yağmurun altında, kimliğin şuurunu düşünüyorum. Gitmek için yeterince nedenim ve hevesim var, kalmak için de..
Nina Bencoya
30.03.2008