Melezliğe Övgü/ Michel Bourse

Bugün gazeteleri açtım ve yine hilkat garibesi kılığında, ancak dünyamızın ahval ve şeraitine gayet uygun olan ve aynı zamanda gerçeğin ta kendisi olduğunu bile bile, içime sindiremediğim haberlerle karşılaştım.  İlk bakışta payıma düşen en çarpıcı başlıklar; Fransa’nın asimilasyonu savunması, Büyük Britanya’da bir askeri birlikte atış hedefi olarak cami maketleri yapılmış olması, bir başka yerde de Çingenelerin dövülmesiydi..

Politikanın ayrımcılık üzerinden yürütülmesi, öteden beri, beni en fazla etkileyen şeylerden biridir. Genlerimdeki azınlık kodunu yadsıyamam tabii.

Kışın kitapçı raflarını karıştırırken, bu minval üzere esaslı bir kitap görmüştüm. Ayrıntı Yayınlarının 2009 yılında dilimize kazandırdığı “Melezliğe Övgü”. Yazarı, bir dönem Galatasaray Üniversitesi’nde de ders vermiş olan Fransız iletişimci Michel Bourse.  Hemen su içer gibi okumuş, fırsat bulunca notlar çıkarmak üzere masanın kenarına koymuştum. Vakti dün akşam gelmiş olmalı ki, içinden bazı paragrafları, akıl notları olarak kaydettim. Sonra internete baktım, kitap hakkında birkaç yazı yayınlanmış. Böyle bir araştırmanın basında ses getirmiş olmasına çok memnun oldum.

Irkçılık ve etnik ayrımcılık, bir bakıma çok köklü habis tümörler. Ancak başka bir açıdan bakınca da adamakıllı yapay bir alan.  İsterseniz evrim teorisine ve atalarımızın dünyaya Afrika’dan yayıldığına inanın, isterseniz Adem ile Havva’nın torunları olduğumuzu var sayın, hepsi de bizi aynı sonuçla baş başa bırakır ki, o akrabalıktır. İster beğenin, ister beğenmeyin; sarı ırkla da, siyah ırkla da, çekik gözlülerle de, mavi gözlülerle de akrabayız dostlar..

Gelgelelim, Michel Bourse ırkçılığın bu en kaba ve eski modelleriyle uğraşmıyor söz konusu kitabında. Modern toplumların, Kültür kavramının kendisini de kapsayan eleştirel bir analizine girişiyor. Ardından, kimlik taleplerinin ve milliyetçi hareketlerin çoğaldığı bir dönemde, kimlik stratejilerini ince ince tahlil ediyor.  “ideolojik kültürcülük”ün eleştirisini yapıyor, kültürler arasındaki ilişkilerin yeniden sorgulanması, kültürler arası yeni bir pedagojinin imkânlarını ve aşamalarını irdeliyor.

Diyor ki; “Irkçı ideoloji birkaç yıldan beri, kültür ve ulusal kimlik üzerinde temellenen bir teoriye dönüşmüştür. “Çok yerinde olarak, antropologların araştırmalarına atıfta bulunuyor ve “Antropologların çoğuna göre tek başına ve kapalı bir kültür asla varolmamışken..” diyerek, kültürel saflık varsayımlarını sorguluyor..

Birkaç yıldan bu yana Ebrulitur ile yaptığım arkeoloji ve etnoğrafya gezilerinde ve katıldığım tarih seminerlerinde,  hiçbir şey öğrenmediysem, o steril bilgi yolculukları içinde, en azından uygarlığın bir karşılaşmalar ve etkileşimler alanı olduğunu, her türlü kültürel öğenin birbirine bağlı, birbirinden türemiş olduğunu izledim. Bu, tiryakisi haline geldiğim, büyüleyici bir deneyimdi ..

Michel Bourse’da bu konuyu esaslı bir şekilde vurguluyor;

    “Tarih bize bütün olarak insanlığın, halkların ve grupların hareketlerinden oluştuğunu ve araştırmanın az çok kavramaya imkan tanıdığı en uzak dönemlerden beri, bireylerin hiç durmadan yer değiştirdiğini, melezleştiğini ya da çarpıştığını öğretir.”      “ Dünyayı oluşturan çeşitli halklar yalnızca dövüşmezler; karşılaşırlar, karışırlar, alışverişte bulunurlar, birbirlerini ifade ederler. Neticede her kültür, karışımdan, melezlikten, alışverişten ibarettir..”
    “Kendinde kültür yoktur: Kültür her zaman için bir grup insanın var olma yönündeki tasarımlarıdır..”
    “Şunu kabul etmek gerekir ki, kültür maddi ve kurumsal bir gerçeklikler bütünü olsa bile aynı zamanda ve esas olarak bir dönüşüm, geçiş ve çakışma yeridir ve bu sıfatla insanlığa ve dolayısıyla evrensele doğru bir açılım hareketidir. “

Michel Bourse, kültürden ne anlaşılması gerektiğini ve bu konudaki farklı görüşleri ortaya koyarken, bu kavramın tarihinin hiç de yansız olmadığını hatırlatıyor; “Kültür kavramının bir tarihi vardır. Bu tarih yansız değildir, ideolojik ve politik etkileri vardır. Kavramın çağdaş kullanımı ise muğlâktır. Ezilen azınlıkların savunulmasında kullanılabileceği gibi, ırk fikrinden uzak olmayan ve bütün milliyetçilikleri, yabancı düşmanlıklarını ve etnik merkezcilikleri de kapsayan bir farklılıkçılığı sürdürmeye de hizmet edebilir.”Öte yandan, en önemli kültürel kurum olarak, “dil” konusuna vurgu yapıyor; “Kültür….böylelikle, toplumun aktardığı ya da dolayımlandırdığı insan yaşamının bütün öğelerini –ister maddi olsun ister manevi- bir araya getirir..

Tarım, alet, makina teknikleri kadar, konut türlerini, sanatları ve gelenekleri, inançları, evlilik kurallarını, alışverişleri, politik yapıları ve özellikle de dili kapsar. Aynı şekilde, en temel biyolojik işlevler-beslenme, dinlenme, üreme- insanda her durumda kültürel bir görünüme bürünür. Jestler, tutumlar ve duygusal tavırlar dâhil. Bunların da anlamı her kültürel ortamla birlikte değişir. Çünkü bunlar da dile bağlıdır ve bütün antropologlar dili en yetkin kültürel kurum olarak görmekte hemfikirdir. “

Michel Bourse, “Kültür”ün, toplumsal yaşamın temel bir tasarımı ve ürünü olduğunu ancak devamlı olarak değiştiğini bir yerde şöyle ifade ediyor;

“Bütün insan gruplarının “bir kültürü” vardır. Bunun her bir öğesi bir kurum oluşturur ve bu kültür insanın insanla ve insanın çevreyle bütün ilişkilerine uygulanır, kalıcı bir etkileşim modeli içinde somutlaşır. Bu kurumların özelliği kuşaktan kuşağa aktarımlarının biyolojik kalıtımla değil; toplumsal kalıtım ve gelenek yoluyla gerçekleşmesidir. Dolayısıyla, kültürel olmayan, yani filozof M. Merleau-Ponty’nin deyişiyle, toplumsal çevrenin damgasını taşımayan ve “imal edilmiş” olmayan insan davranışı yoktur. Tüm doğal ve içgüdüsel ihtiyaçlara kültür kurumsallaşan cevaplar getirir.  Modeller tarih boyunca değişim geçirir kendini özdeş biçimde asla yeniden üretemez. “

Konuyu irdelerken, kültürün çözülme, yorumlanma, çoğulluk potansiyeline de değiniyor;

     “İnsan doğasının özü yalnızca koşullu olması değildir. Aynı zamanda kendisinin de koşullayıcı olmasıdır. Dolayısıyla, “kendinde kültür”  yoktur. Bu gerçekliğe belli bir toplumda herkesin içinde yaşadığı kültüre dair aynı anlayışa sahip olmadığı da eklenir.  Her kültürde gerilimler,  yorumlama alanları, yeniden ifade edişler vardır.     “Gerçekte her toplum birçok değer sistemi arasında bölünmüştür ve insan davranışları yalnızca toplumsal aidiyet ortamıyla açıklanamaz. Doğal ayrımlar (cinsiyet, yaş, genetik miras vs) sosyal-coğrafi alanlara kapanma (şehirlere yığılma ya da kırsal uzamlar vs) mesleki, kurumsal katmanlaşmalar, kendine özgü değer ve modellerin yönettiği özgün kültürel alanları belirler. Böylece, her bir bireyin statüsü birçok özgül kültürel alana eşzamanlı aidiyetiyle tanımlanmış olur. Çoğul insandan bahsedilebilir. “Günümüzün siyasal gerçekleri!

Yazar, hemen önsözde; “Dünya ölçeğinde bir küreselleşme yaşanırken, bu küreselleşme basmakalıp görüşün aksine aynı zamanda kimlik sorunlarının su yüzüne çıkmasına ve güçlenmesine nasıl imkan tanımaktadır? “ Diyor ve hatırlatıyor; “BM  üyesi 180 devletin ancak bir düzine kadarı tek dil, tek ırk ya da tek etnisiteye denk düşebilir. “

Kitap, akıllara durgunluk veren bu çelişki hakkında etraflı tespitler ve tahlillerle dolu.

    “Küreselleşme, yerinden ayrılma ve kitle iletişim araçları, halklar arasındaki farklılıkları yumuşatırken, milliyetçilikler hiç bu kadar aşırıya varmamış ve hiç bu kadar her yerde mevcut olmamıştı.”
     “Kimlik, kültür, etnisite, ırkçılık, stereotipler, önyargılar; Bütün bu terimler, modern bir toplumun unuttuğu sanılan bir sorgulamayı alevlendirmiştir; insan topluluklarını ayıran hudutların kültürel doğası. “
    “Tek çoğalan şey köktendincilikler değildir, çoğu zaman etnik çılgınlıklar da onlara eşlik etmektedir.”
    “Kültürlerarasılığın rolünü olumlu anlamda yeniden düşünmek ve bu düşünme dolayısı ile “melezliği” yani kültürlerin çeşitliliğinin ve özdeşliğinin gerçekten kabulünü tekrar tekrar keşfetmek..”

    “Günümüz Avrupa’sında bir kimlik kapanması hareketi yaşanırken, Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılımı sorunu bunun çarpıcı bir örneğidir. Belki de özgürleşmenin, kültür ve kimlik kavramlarını yeni terimlerle düşünmenin “birlikte yaşama” fikrini başka bir deyişle farklılıkların silinmesini değil kabulünü, yine başka bir deyişle günümüzdeki küreselleşmenin vurgulamak istediği gibi düşüncenin homojenleşmesini değil özgüllüklerin uyumunu savunmanın tam zamanıdır. Burada temel güçlük, kültürel çeşitlilik içinde belirsiz bir birlik aramaktansa yeni bir kolektif bilinci beslemeye yatkın yeni bir politik kültür aracılığıyla bu birliği yaratmaktır. Baka bir deyişle demokratik haklar ve uzlaşma ya da konsensus  oluşumlarının gerekçelendirilmiş prosedürleri üzerine odaklanmış politik bir kültür..”
    “Kültürlerarasılığın rolünü olumlu anlamda yeniden düşünmek ve bu düşünme dolayısı ile “melezliği” yani kültürlerin çeşitliliğinin ve özdeşliğinin gerçekten kabulünü tekrar tekrar keşfetmek gerekir. Melezliği düşünmek ne insanların hepsinin aynı olduğunu söylemektir ne de ayrı bir kimlik hatta model düzeyine çıkarılmış bir kimlik talep etmektir. Bu, paylaşılan bir insanlığı düşünmektir. “

Kültürlerarası bir pedagoji ve demokrasiyi yeniden tanımlamak:

    “ Çok sayıda toplumsal, etnik, kültürel grup nasıl bir arada yaşatılabilir? Çağdaş yurttaşlık tikel kimliklerin tanınma ihtiyacına nasıl uyarlanacaktır? Sorun, herkese uygulanabilir toplumsal yaşam kurallarıyla kültürel kimlik çeşitliliğini nasıl bağdaştırabileceğimizi bulmaktır. “    “Kültürel ve etnik kimliklerin ileri sürülmesi ille de yurttaşlıkla çelişki içinde değildir. Hatta Tocqueville’nin vaktiyle saptamış olduğu gibi, yurttaş ile toplum arasında meşru bir aracılık rolü de oynayabilir. “    “Toplumsal bağı düşünmenin yeni tarzını oluşturmak için, mevcut toplumların çokkültürlülüğü gerçeğini dikkate alan demokrasiyi yeniden tanımlamanın bir başka tarzını bulmaya çalışmalıyız.”
    “Çok kimlikli bir dünyanın doğduğunu gören bir devrim yaşamaktayız. Bu dünya tek bir yere ve tek bir yaşam tarzına sabit biçimde bağlı bir kültür temsilini geçersiz kılabilir. Modernitenin önümüze koyduğu çoklu meydan okuma tam tersine tarihin bugüne dek tanımadığı kadar aktif bir çoğulluğun ve bir ortak yaşamanın icadında yatmaktadır. “
    “Uygarlık, kendi aralarında azami çeşitlilik gösteren kültürlerin bir arada varlığıdır ve bu bir aradalıktan oluşur. Dünya uygarlığı, her biri kendi özgünlüğünü koruyan kültürlerin dünya çapında işbirliğinden başka bir şey olamaz.”

Biraz uzun oldu biliyorum ama ancak bu kadar kısaltabildim..

Kültürlerin etkileşimleri, melezlikleri, sürekliliğine dair  araştırmalar, kitaplar, sanatsal çalışmalar artmalı, akademi dışında da yaygınlaşmalıdır. Böylece ortaya hoşgörü söyleminden öte sahici bir hazine çıkar, gerçeğe ve melezliğe dair ve usul usul değiştirir önyargılarımızı, sancısız..
Nina Bencoya
10.04.2010